Ömer Faruk ERYILMAZ

Ömer Faruk ERYILMAZ

Nadejda'nın Gagavuzya'sı Moldova (*)

İlçe çarşısındaki hareketliliğin nedenini soruşturunca, Kahya’nın, handan bozma kahvehanesinde turistlerin olduğunu öğrendim.

Kafam önümdeki evraklarda, yarın yapılacak ödemeleri düşünürken, “Nereden gelmişler?” diye sordum.

Moldovalı’larmış ama Türkçe konuşuyorlarmış.” dedi tepemde dikilen arkadaşım.

Nee, devletin, hükümetin, valinin, vekilin unuttuğu canım ilçeme Moldovalı revü kızları mı gelmişler” diye şaşkınlığımı belirtirken, bir çırpıda toparlatıverdim masadaki kağıt kalemi.

Haydi gidip, bir de biz görelim şu güzelleri” deyip, çekiverdim dükkanın kapısını.

Kahvehanenin kapısına yığılmış, -çocuk da denilebilecek- gençlerden yol isteyerek adımımı içeriye attığımda, sol taraftaki masaların birleştirilerek uzatıldığını, etrafına dizilmiş ahşap sandalyelerde genç-yaşlı, kız-erkek ondan fazla tanımadığım insanın oturmakta olduklarını gördüm.

Kahvehanenin işletmecisi Dozlak Recai (Yıldız) pala bıyıklarından görünmeyen ağzını hafifçe büzüştürerek “Gelllll, sen de gellll” diye bağırarak ve de kahkahalar atarak karşıladı beni.

İlçe kahvehanelerinde bayan görmeye alışık olmadığımızdan, başta ben olmak üzere kahvenin müdavimi tüm insanlar, guruptaki erkeklerden çok, kız ve kadınlara bakıyorduk.

Yüzleri, oturuşları bize benzeyen ama bizim buralardan olmadıkları çok belli guruba bakarken, aslında gazetelerin arka sayfalarını süsleyen uzun boylu, sütun bacaklı, yeşil gözlü, sarışın kızları görmeyi hayal ediyordum.

Oysa, bizim gibi giyinmiş, bizim gibi konuşan, bizim gibi oturan insanlardı gördüklerim.

Siz kimsiniz, buralarda ne arıyorsunuz?” gibi soru soran gözlerle bakıp, “Hoşgeldiniz” dediğimde, “Hoşbulduk” diyen ve gurubun lideri olduğunu düşündüğüm, benden birkaç yaş büyük gösteren erkek, “Moldova’dan geliyoruz, Gagavuz’uz” diye başladığı cümlesini, “Anadolu’yu gezip, kardeşlerimizi ziyaret etmek istiyoruz." diye tamamladı.

Gagavuzlar'ın da bizim gibi Orta Asya’dan göç eden, ancak kuzeyden gelip Balkanlar'a yerleşen,  Hristiyan Türkler olduklarını biliyordum ama Türkçeyi bu kadar güzel konuştuklarını, hiç bilmiyordum.

Recai Yıldız kendi elleriyle çay servisi yapmaya başladığında ben çoktan konukların, masasında yerimi almış, adının Aleksi olduğunu öğrendiğim liderin yanındaki sandalyeye kurulmuştum.

Demek ayrı ayrı yollardan kaçmışız Orta Asya’dan” diye biraz da şaka yollu soru sorup, konu açmak isterken, aslında tam karşımda oturan kıza bakıyor, onun revü yıldızı olup olmadığını düşünüyordum ki, “Bu konuyu tarih öğretmeni Nadejda’ya soralım” deyip gözlerini karşımdaki güzele çeviriverdi Aleksi.

Nadejda” adını ikinci kez tekrar ettirtiyordum ki, “Umut, demektir. Bana Umut diyebilirsiniz.” dedi Nadejda. Elindeki ince belli bardaktan küçük bir yudum alıp, “Evet, aynı tarihte, yani 11. yüzyılda göç etmişiz Orta Asya’dan” diye başladı konuşmasına.

Nadejda’nın ağzından “göç” sözcüğü çıkar çıkmaz gözümün önüne, tarih atlasları ve Asya’nın ortalarından başlayıp, Hazar Denizi ile Karadeniz’in; kuzeyinden – güneyinden, Avrupa’ya, Afrika’ya uzanan kırmızı, kalın çizgilerle göç yollarını gösteren haritaları geldi.

Bir de tüm ciddiyetiyle “Orta Asya’nın verimli topraklarında kuraklık başlayınca o bölgede yaşayan insanların büyük bölümü batıya doğru göç ederek tarım ve hayvancılığa uygun yerler aramaya başlamışlardır” diyen tarih öğretmenimi anımsadım o anda.

Umut’un sözünü keserek, “Bizler kırmızı çizgilerin peşine takılarak çıktığımız yolculukta, yaşam biçimimize en uygun yer olarak Anadolu’yu seçmiş ve üç tarafı denizlerle çevrili, içinde binlerce göl, dere, dağ, ova olan bu coğrafyayı, binlerce yıldır üzerinde savaşların bitmediği, bu güzel toprakları, kendimize yurt bellemişiz. Ya siz Gagavuz kardeşlerimiz nereleri kendinize yurt bellemişsiniz? Sizler de savaşlarda kan akıtıp, kan döktünüz mü? Bizim gibi Türkçe konuşuyorsunuz da,  ne yer, ne içersiniz?” gibi soruları sıralayıverdim.

Kardeşlerden bir bölümü Ön Asya dediğimiz Anadolu’ya gelip Türk-Arap savaşlarında Müslüman olurlarken, bizim büyükler Balkanlar’a göç ederek Ortodoks Hristiyanlığı kabul etmişler.” diye sınıfta ders veren öğretmen sakinliğiyle başladı konuşmasına.

On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı yönetiminde kalan biz Gagavuzlar, o yıllarda Balkanlar'da başlayan ve bağımsız olma hedefini güden hareketler sırasında Bulgarlar'ın baskısına dayanamayıp, 1750-1846 yılları arasında yaklaşık yüz yıl boyunca Tuna nehri üzerinden Rusya’ya göç ederek, Tuna bölgelerine ve Besarabya’ya yerleşmişiz.

Moldova’da yaşayıp Türkçe konuşan biz Ortodoks Hristiyan Gagavuz halkının bir bölümü on dokuzcu yüzyılın başındaki Türk-Rus savaşları sırasında Bulgaristan’dan gelmişiz Moldova’ya.

1906 yılındaki 15 günlük bağımsızlık dönemi dışında da, sırasıyla Rus, Romen ve Sovyet yönetimi altında yaşamışız.

Bizans kaynakları bizi, Ortodoks Hristiyan kökenli Türkler olarak on birinci yüzyılda Tuna nehrini geçip Balkanlar'daki Makedonya, Paristrione, Yunanistan ve Bulgaristan’da yerleşen göçebe boyları olarak kaydediyor. Ancak bunun yanında, çok sayıdaki tarihçi, etnograf ve dil uzmanı da, on üçüncü yüzyılda Dobruca topraklarında idari merkezi Korbuna kenti olan -Dobruca Prensliği -veya -Uzi Eyaleti- adı altında kurularak iki yüzyıldan fazla yaşamış devlete sahip olan biz Gagavuzları, Türk Dünyası’nın en orijinal halklarından biri olarak kabul etmektedirler.

Onlar ne derlerse desinler, bizim, sizin gibi bir Atatürk’ümüz olmadığından bağımsızlığımızı kazanamamışız” dedi.

Yeşile çalan, ışıl ışıl gözleri hüzünlenmişti.

Hiç mi bağımsızlık savaşı vermediniz?” dedim.

Denedik” dedi.

Düşünmeyi demeyelim ama düşüncelerimizi birleştirecek -Düşünce Klüpleri- kurmayı 1980'li yılların sonunda başardık. Gagavuz aydınlarının faal üyeleri, diğer etnik azınlıkların gayretlerini de birleştirip, 1988 yılında Gagavuz Halkı Hareketi'ni kurduk.                               

Bu klüp çalışmaları sonucunda belirlediğimiz Gagavuz halkı temsilcileri, ilk kongrelerini 21 Mayıs 1989'da yaptılar.

Kongreden çıkan sonuç, dağılmaya başlayan Sovyetler Birliği'nden ayrılarak bağımsız bir devlet olmaktı.

19 Ağustos 1990 günü Güney Moldova’da toplanan kongre, GAGAVUZ CUMHURİYETİ'ni ilan etse de, bölgenin Moldova’dan ayrılmasını istemeyen merkezi yönetim GAGAVUZ CUMHURİYETİ’nin üzerine çok sayıda silahlı kuvvet ile Moldovalı gönüllüleri gönderip bizi yeni bir kardeş kavgasının içine sokuyordu ki, bölgenin kanlı bir savaşın içine girmesini olaya müdahale eden Sovyet Kızıl Ordusu önledi. İlan ettiğimiz GAGAVUZ CUMHURİYETİ dünyada hiçbir devlet tarafından tanınmadan dört yıl boyunca varlığını sürdürdü.”

Önündeki soğumakta olan çaydan bir yudum daha aldı.

“Ancak 23 Aralık 1994 tarihinde yapılan referandumdan -Moldova’nın otonom bir bölgesi olma- kararı çıkınca, yapacak bir şey kalmamıştı. O günden bu yana “özerk” bir bölge olarak GAGAVUZ YERİ’nde yaşıyor ve tarihteki yerimizi koruyoruz.” dedi.

"Hepiniz bir arada mısınız", diye sordum.

Nerdeeee, şu an 250 bin kardeşimiz eski SSCB topraklarında yerleşikler. Moldova’daki Gagavuz Cumhuriyeti dışında Kişinev’de 8 bin, Bender’de bin 600 ve Dinyester nehrinin kuzey yakasında 3 bin 300 Gagavuz yaşarken, Bulgaristan ve Yunanistan’da da yaklaşık 20 bin Gagavuz yaşamakta” dedi.

Unuttuğunu sanıp, yeniden “Ne yer, ne içersiniz oralarda?” diye sordum. Güldü. Önündeki masaya bakıp, "Peynir ekmek yer, çay içeriz” dedi.

Sonrada “Avrupa’nın tuğlasını kiremitini yapar satarız. Bizim toprağımızdan çömlek de olur ama esas bağcılık önemlidir. Biz Hıristiyan Gagavuzlar'ın bir bölümü şarap içmez, domuz eti yemeyiz ama, dünyanın en iyi şaraplarını yaparız.” diye ekledi.

Hava kararalı çok olmuş, guruptaki herkesin gözünden uyku akmaya başlamıştı.

Kendi arkadaşları ve kahvehanede bulunan diğer insanlarla konuşmakta olan Aleksi, bizden yana dönüp, “İzin verirseniz biz yatıp biraz dinlenelim, yarın yine konuşuruz.” deyince yapacak bir şey kalmamıştı.

Nadejda’nın gözlerine baktım, uykulu ve yorgundu. “Sabah biz de sizi dinleyelim, buralarda neler yaparsınız?” derken uzattığı eli sıkıp, “Tamam ama önce siz Gagavuzlar’ın şu –Gagalanma- olayını bitirelim” dedim.

Herkese iyi geceler dileyip çıktığım sokak ıssız ve buz gibi soğuktu.

(*) 02.Temmuz.2014 Arılık, Gezgin Gözüyle Türk Dünyası, Ankara 2015 Alter Yayınları

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
2 Yorum