Devlet Bahçeli'nin son grup konuşması

MHP lideri hükümete ve AK Parti'ye fena yüklendi.

"Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Çok Kıymetli Misafirler, Sayın Basın Mensupları
 
Parti Meclis grubumuzun bu haftaki toplantısında gündeme ilişkin yapacağım konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
 
Sözlerimin bu aşamasında, Antalya’nın Demre ilçesinde meydana gelen dolu afetinin neden olduğu zarar ve ziyandan kısaca da olsa bahsetmek istiyorum.
 
Demre, 26 Kasım 2013 günü dolu afetini yaşamıştır.
 
Sonuçta cam ve plastik seralar hasar görmüş ve üreticilerimiz toplamda 150 milyon lirayı bulan kayıp ve zarara uğramışlardır.
 
Buna rağmen AKP iktidarı Demreli afetzedeleri gözetecek, yardım elini uzatacak herhangi bir destek ve iyileştirici tedbiri hayata geçirmemiştir.
 
Anlaşılıyor ki üreticilerimiz sahipsiz kalmış, şikâyetleri duyulmamış, sorunlarına ilgi gösterilmemiştir.
 
Ortada önemli oranda ve mutlaka da giderilmesi gereken bir mağduriyet hali bulunmaktadır.
 
Demre destek beklemekte ve katkı istemektedir.
 
Buradan Demreli çiftçilerimize geçmiş olsun dileklerimi iletirken; AKP hükümetini de sorumlu ve müdahil olmaya, doğal afetten etkilenen üreticilerimizin yardımına koşmaya davet ediyorum.
 
Yaralar süratle sarılmalı, zararlar karşılanmalı ve Demre’ye hızır gibi yetişilmelidir.
 
Biz bu konunun ısrarla takipçisi olacağız ve her zaman mağdur olmuş kardeşlerimizin yanında duracağız.
 
Bundan hem Demreli vatandaşlarım hem de benzeri sıkıntılar yaşayan herkes emin olmalıdır.
 
Muhterem Milletvekilleri,
 
Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş ve büyük coğrafyada sorunlar, saldırılar ve sabotajlar hiç eksik olmamaktadır.
 
Bölgesel girdap her geçen gün güçlenmekte, etkinliğini artırmaktadır.
 
Geçtiğimiz ay Cenevre’de, İran’ın nükleer programını altı aylığına dondurmaya ve uranyum zenginleştirilmesini yüzde beş azaltmaya evet demesi bu ülkeyle ABD’yi yakınlaştırsa da, komşu coğrafyalardaki istikrarsızlık döngüsünü yavaşlatmaya yetmemiştir.
 
Ortadoğu yine kaynayan ve fokurdayan kazan gibidir.
 
Suriye’deki yangın körüklenmeye devam etmektedir.
 
Sınırlarımızın hemen dibinde şaibeli oluşumlar hızla hedef büyütmekte, hızla ilerlemektedir.
 
PKK-PYD ortaklığı Suriye coğrafyasında; merkezde Kobani, batıda Afrin, doğuda ise Kamışlı’dan oluşacak özerk bir yönetim için düğmeye basmıştır.
 
AKP hükümeti ise gelişmeleri sessizce izlemekte ve sineye çekmektedir.
 
Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz yılın Temmuz ayında bir televizyon kanalında yaptığı açıklaması ise bizzat kendisi tarafından unutulmuşluğa terk edilmiştir.
 
Başbakan’ın; Kamışlı bölgesi ile Afrin’i kuşatan bir yapılanmanın Türkiye’yi rahatsız edeceğini, buna da sıcak bakmayacaklarını ve seyirci kalmayacaklarını ifade etmesinin üzerinden çok geçmemiştir.
 
Fakat PYD-PKK ortaklığı Başbakan’ı hiç ciddiye almamış, eften püften çıkışlarını önemsememiş ve özerklik kararından caymamıştır.
 
Türkiye’nin kırmızıçizgileri bir kez daha ihlal edilmiş, milli beka ve güvenliği bir kez daha darbe almıştır.
 
Başbakan sarfettiği sözlerini defalarca yutmuş, defalarca geri adım atmış, bir şey olmamış gibi ve pişkince davranmaktan gocunmamıştır.
 
Geçmişte, Irak’ta askerimizin başına çuval geçirilmesini alttan alan, nota verecek misiniz sorusuna; “ne notası, müzik notası mı” diyerek geçiştiren Başbakan’ın devletimizin saygınlığını ve milletimizin haklarını savunması sadece rüyadan ibarettir.
 
Yine Irak’ta beş polisimizin şehit edilmesinden sonra, Başbakan boşa kürek çekmiş, katillerin peşine düşecek cesaret, yüreklilik ve dirayeti göstermemiştir.
 
Türkiye, AKP’yle birlikte yakın coğrafyalardaki tüm iddiasını ve yaptırım gücünü kaybederek edilgen ve pasif bir duruma gerilemiştir.
 
Başbakan Erdoğan’ın iş olsun kabilinden gürlemesi, yüksek perdeden atıp tutması ve kuru diklenmeleri hiçbir fayda sağlamamış, hiçbir sonuç doğurmamıştır.
 
Türkiye de bölgesinde hafife alınan, korkulmayan, çekinilmeyen ve fikri sorulmayan bir ülke haline gelmiştir.
 
Bu şekilde milli güvenliğimizi teminat altına almak, milli çıkarlarımızın devamlılığını sağlamak mümkün olamayacaktır.
 
Ülkemiz dört bir tarafından ihanet çemberine alınmıştır.
 
Sınırlarımıza bitişiğinde PKK devletleşmekte, Kürdistan’ın çatısı örülmektedir.
 
Başbakan ve hükümeti ise Barzani’yle petrol ve doğal gaz anlaşması yapma derdindedir.
 
Sormak lazımdır ki; vatanımız ve milletimiz tehdit altındayken, kardeşliğimiz namlunun ucundayken, boru hatları kurulmasının, Türkmen kanı üzerinden sürdürülen enerji pazarlıklarının kime ne yararı dokunacaktır?
 
Başbakan Erdoğan enerjiye karşılık ne vaat etmiş, peşmergenin gönlünü nasıl kazanmış, hangi milli hak ve menfaatleri gözden çıkarmıştır?
 
Kan üzerinden kurulan enerji denkleminin, tavizlerle inşa edilecek boru hatlarının ülkemizin başına musibetleri sağanak halinde yağdıracağı şimdiden aşikardır.
 
Gerçek olan şudur ki, petrol bahanesiyle Kürdistan’ın mayası çalınmakta, meşruiyeti sağlanmakta ve AKP’de buna çanak tutmaktadır.
 
Başbakan Erdoğan peşmergeye duyduğu sevgi ve yakınlığın onda birini nedense Türkmenlere göstermemektedir.
 
Türkmenlerin can ve mal güvenliği suikastlara kurban giderken Başbakan oralı bile değildir.
 
Aklı fikri Barzani’ye yılışmak, gözüne girmek ve Kürdistan’ı tanıyarak petrolü elde etmektir.
 
Enerji havzasında bulunan Türkmen kentleri peşmergenin ve tetikçilerin hedefindeyken, petrol ve doğal gaz anlaşmalarıyla acıklı ve isyan ettiren katliamları yok saymak ne insanlıkla, ne adamlıkla ve ne de milletimizin beklentileriyle bağdaşmayacaktır.
 
Başbakan Erdoğan ve peşmerge sevinç içerisinde kanlı enerjiden nemalanma arayışını sürdürürken, Türkmenler yine saldırılara uğramaktadır.
 
Geçtiğimiz günlerde Irak Türkmen Cephesi Başkanı Sayın Erşat Salihi’nin konvoyuna düzenlenen bombalı saldırı bunun en açık kanıtıdır.
 
Allah’tan ölen ve yaralananın olmadığı bu vahşi saldırıyı kınıyor, Sayın Salihi’ye geçmiş olsun dileklerimi bildiriyorum.
 
Ancak yine geride kalan günlerde,  Selahattin iline bağlı Tuzhurmatu ilçesinde yola yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucunda bir kişi hayatını kaybederken üç kişi de yaralanmıştır.
 
Bu menfur saldırıda hayatını kaybeden Eğitim Bakanlığı Türkmence Eğitim Genel Müdür Yardımcısı Sayın Nurettin Ahmet Vahap’ın eşine Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılar ise acil şifalar diliyorum.
 
Biz Türkmen kardeşlerimizin derdiyle dertlenmekten, gök bayrağı yüreğimizde taşımaktan yorulmayacağız.
 
Türkmenlerin dökülen kanlarının yerde kalmaması için her mücadeleyi iştiyakla, inanmışlıkla ve hevesle yapacağız.
 
Ve Türkmenlik hukukuna, Türkmen kimliğine sırt dönen, kapalı duran, duyarsız kalan Başbakan ve hükümetinden ihmallerinin ve inkarlarının hesabını eninde sonunda da soracağız.
 
Muhterem Milletvekilleri,
 
Bugün aynı zamanda 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’dür.
 
Doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybeden kardeşlerimizin toplumsal hayata uyum sağlamalarını ve günlük ihtiyaçlarını gidermelerini temin etmek hepimizin insanlık görevidir.
 
Engellilere; korunma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmetleri sunmak sosyal devlet olmanın da bir gereği ve yükümlülüğüdür.
 
İnsan onur ve haysiyetinin dokunulmazlığı temelinde, engellilerin ve engelliliğin her türlü istismarına karşı politikalar geliştirmek, önlemler almak devlet ve hükümetlerin asli vazifeleri arasındadır.
 
Bize göre engelli olmak kusur, acizlik ve acınacak bir durum değildir.
 
Engelli olmayı; ayıplanacak, horlanacak, suçlanacak, eksiklik olarak tasvir edilecek bir insanlık hali şeklinde değerlendirmemek hepimize düşen bir sorumluluktur.
 
Her ne olursa olsun, engelliliği kader olarak görüp de duyarsız ve hareketsiz kalmak doğru, ahlaki ve insani bir tutum da olmayacaktır.
 
Engelli kardeşlerimizin, hayatlarını huzur ve güven içinde sürdürmeleri, toplum içinde kendi kendilerine yetebilecek beceri ve imkânlara sahip olmaları lazımdır.
 
Engellilerin önündeki tüm sanal veya somut engelleri kaldırmak başta siyasi iktidar olmak kaydıyla herkesin hedefi olmalıdır.
 
Engelsiz bir Türkiye, engelsiz bir toplum ve engelsiz bir gelecek için bu zorunluluktur.
 
Engelli olmanın getirdiği değişik türden dezavantajları bertaraf etmek, hatta bunları avantaj haline çevirmek insan hak ve hukukuna bağlılığın bir gereğidir.
 
Şunu da biliyoruz ki, fertleri arasında dayanışma ve yardımlaşma hisleri gelişmemiş, fedakarlık ve birbiri için kaygılanma bilinci yerleşmemiş bir toplum ya da milletin devamlılığı mümkün değildir.
 
Kuru, donmuş, duygusuz ve durmuş toplumsal ilişki ağlarından göz alıcı, umut uyandırıcı, heyecan verici bir gelişmişlik seviyesine varmak da çok zordur.
 
Bizler millet olarak birbirimizi düşündüğümüz ölçüde, birbirimiz için feragatte bulunduğumuz düzeyde beraberliğimizi ve devamlılığımızı sağlam esaslara bağlayabileceğiz.
 
Bunun dışında bencillik, cimrilik, kalpsizlik ve vurdumduymazlık aramızdaki bağları gevşeteceği gibi, milli dokumuzu da parçalayacaktır.
 
Sayıları yaklaşık dokuz milyon civarında olan engelli kardeşlerimizi kendimizden bir parça görmedikten, onlara karşı özveride bulunmadıktan sonra söyleyecek her sözümüz havada kalacak ve inandırıcılığı olmayacaktır.
 
Eşitlik ilkesi gereğince ve yüce dinimizin buyrukları doğrultunda hiç kimseye ikinci sınıf insan muamelesi yapılmamalıdır.
 
Engelli olmayı atıl değil, aktif hale dönüştürmek; üretim çarkının içinde özne haline getirmek, hayatın akışına çaresizce kapılan değil, bizatihi yön veren bir konuma taşımak amacıyla gerekli çalışmalar eksiksiz vasat bulmalıdır.
 
Eğitimden ekonomiye, siyasetten sağlığa, sanattan spora kadar hayatın her kısmında engellilerin daha görünür olması için gayretler yoğunlaştırılmalıdır.
 
2002 yılına göre engelli istihdamının yaklaşık beş kat artmasıyla övünmek yerine, bu kapsamdaki milyonlarca kardeşimizin şartlarını iyileştirecek ve düzenleyecek kalıcı ve köklü reformlar yapılmalıdır.
 
AKP hükümetinin engellilere dönük uygulamaları, onların yararını yetersiz de olsa gözeten adımları lütuf, yardım veya bağış olarak izah edilmemelidir.
 
Bu hükümet olmanın getirdiği bir mecburiyettir ki, buna aykırı her yorum, her açıklama ve her yaklaşım engelli kardeşlerimizi incitmek, kırmak ve hakir görmekle eşanlamlıdır.
 
Engellileri verimli olacakları iş ve mesleklere kavuşturmak, hayatlarını bizatihi idame ettirecek sosyal fırsatlara eriştirmek için vakit kaybedilmemelidir.
 
Kamuda ve özel sektörde engelli kardeşlerimiz için ayrılan yasal kontenjanlar herhangi bir mazeret ileri sürülmeksizin doldurulmalı ve çalışma alanları genişletilmelidir.
 
Ayrıca kazaları önleyici tedbirler geliştirilmeli, engellilerin karşılaştıkları ulaşım, erişim ve dolaşımla ilgili güçlükler en aza indirilerek onlara sunulan tıbbi ve mesleki rehabilite imkânları çeşitlendirilip, artırılmalıdır.
 
Tedavisi mümkün olmayan asıl engelin, asıl engelliliğin buz tutmuş vicdanlarda, sığ politikalarda ve art niyetli zihniyetlerde olduğunu, bunun dışındaki her engelin mutlaka aşılacağını biliyor ve buna canı gönülden inanıyorum.
 
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın şiarından hareketle, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nün tüm engelli vatandaşlarımıza aradıkları, bekledikleri ve özledikleri ortamlara ulaşmaları için bir dönüm olmasını temenni ediyorum.
 
Biz her zaman engelli kardeşlerimizin yanındayız ve her fırsatta da haklarını savunmayı inançla sürdürmekten vazgeçmeyeceğiz.
 
Değerli Arkadaşlarım,
 
İki gün sonra önemli bir günü daha milletçe idrak edeceğiz.
 
5 Aralık 1934’de Türk kadını seçme ve seçilme hakkını almış, böylece demokrasinin en önemli ögesi olan temsil ve katılım temellendirilmiştir.
 
Devrin özellikleri göz önüne alındığında bu reform gerçekten de eşine çok az rastlanır bir gelişmedir.
 
Ayrıca 1931 yılında, kadınların belediye seçimlerine katılma imkanını elde ettiklerini de unutmamak gerekmektedir.
 
Dünya’nın birçok ülkesi kadına hak ettiği değer ve payeyi vermezken Türkiye’nin demokrasi, insan hak ve özgürlükleri paralelinde tutum takınması bize göre övgüye ve takdire fazlasıyla layıktır.
 
Bilhassa ülke yönetiminde cinsiyet ayrımının rafa kaldırılması eşitlik açısından da muazzam bir kazanımdır.
 
Demokrasinin beşiği olarak lanse edilen ve propagandası yapılan ülkelerin kadını geri plana çekmesi, oy ve temsil hakkı tanıma konusunda iştahsız ve gönülsüz davranması tarihin bize gösterdiği gerçekler arasındadır.
 
Avrupa’da cadı avı bahaneleriyle kadınlar diri diri yakılırken, medeniyetimiz kadını baş tacı yapmıştır.
 
İlk Türk devletlerinde kağanın yanında mutlaka eşi de yer almış, alınan kararlarda pay sahibi olmuştur.
 
Hatta tarihin değişik dönemlerinde hükümdar koltuğunda Türk kadınları oturmuş, devletlerini sevk ve idare etmişlerdir.
 
İslamiyet’ten önceki cahiliye devrinde, kız çocuklarına reva görülen şiddet ve cinayetler, Efendimizin rahmet dolu mesajlarıyla bıçak gibi kesilmiş ve kadının toplumsal statüsü olması gereken noktalara yükseltilmiştir.
 
Şu da bir gerçektir ki, Türk kadını ihtiyaç olan her durumda varlığını göstermiş, ileri atılmış, kendisini hatırlatmış ve sorumluluktan kaçmamıştır.
 
Milli mücadele yıllarında cepheden cepheye koşarak bebekleriyle birlikte vatanın kurtuluş umudunu büyüten, istikbalin kundağını sarıp sarmalayan asil Türk kadınları olmuştur.
 
Tekerlekleri gıcırdayan kağnılarda bağımsızlık özlemini taşıyan, top mermilerine hayallerini iliştiren, çamurlu, tozlu ve yokuşlu yollara Türklüğün hedeflerini oya gibi işleyen soylu Türk kadınları hiç aklımızdan çıkmamıştır.
 
Eğer bugün son yurdumuzda hür ve müstakil bir biçimde nefes alıp verebiliyorsak, bunda tarihe altın harflerle geçmiş ve elleri öpülesi kadınların büyük bir dahli bulunmaktadır.
 
Evinde eş ve anne, işyerinde el emeği ve göz nuru, sosyal hayatta fedakârlık numunesi ve namus nişanesi olan kadınlarımıza çok şey borçlu olduğumuz tartışmasızdır.
 
Bu itibarla 79 yıl önce kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkı önemli bir eşik, önemli bir hamledir.
 
Çünkü Türk kadını kuruluşta da, kurtuluşta da sürekli ön planda yer almış, bu aziz vatanın yükünü omuzlayanlar arasında bulunmuştur.
 
Ne üzücüdür ki, bugünlerde siyasetteki temsil oranlarının yeterli olup olmadığı bir yana kadınların her neviden sorunları, karşılaştıkları zulüm ve zorbalıklar korku ve kaygı verici şekilde tırmanmıştır.
 
Artık kadına şiddet otomatiğe bağlanmış, saldırı ve kaba güç gösterileri iyice kontrolden çıkmıştır.
 
Psikopatlar, cani ruhlular, eli kanlı canavarlar, gözü dönmüş manyaklar kadın, genç kız ve çocuk demeden katletmektedir.
 
Şu kahredici tabloya bakınız ki, son yedi yılda kadın cinayetleri yüzde bin dört yüz artmış, bu çerçevede AKP’nin iktidar yıllarında beş bine yakın ölüm vakası yaşanmıştır.
 
Bu anormal manzara kolay kolay hazmedilecek bir sonuç değildir.
 
Ülkemiz hastalıklı ruhların eşkıyalıklarına sahne olmaktadır.
 
Gazetelerin üçüncü sayfaları vahşetin ve barbarlığın yürek yaralayıcı ve iç karartıcı haberleriyle doludur.
 
Bahanesi ne olursa olsun kadına şiddet konusu çözülmeden, uzanan eller kırılmadan, daha da önemlisi şiddete müzahir psikolojik ve sosyolojik faktörler köreltilmeden seçme ve seçilme hakkını konuşmanın hiçbir faydası da olmayacaktır.
 
Anlaşılan geçtiğimiz yıl TBMM’de kabul edilerek yasalaşan “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine” dair düzenlemenin henüz bir yaptırım ve caydırıcılığı görülmemiştir.
 
Öncelikle kadını hedefine alan ve şiddeti doğuran davranış, tavır ve eğilimlerin üzerine tavizsiz şekilde gitmek, kaynağında kurutmak ve en ağır şekilde de cezalandırmak aciliyet ve ehemmiyet arz eden bir husustur.
 
Unutmayalım ki, insanlığın bu çağında hala ilkel ve vahşi saldırganların kadınların umutlarını söndürmesi ayırt etmeksizin herkes açısından utanç vericidir.
 
Bu vandallık, bu alçaklık ve bu gözü dönmüşlük mutlaka bitmeli ve bitirilmelidir.
 
Kadına şiddet uygulanan bir yerde hiçbir şeyin anlam ve hükmünden bahsedilemeyecek, hiçbir hakla da avunulmayacaktır.
 
Türk kadının her zeminde daha fazla söz hakkı olması gerektiğine inanıyor, buna yönelik irademizden en ufak bir sapma göstermeyeceğimizi huzurlarınızda ifade etmek istiyorum.
 
Bu düşüncelerle Tür kadınının seçme ve seçilme hakkını elde edişinin 79. yıldönümünde, aramızda bulunan hanımefendiler başta olmak üzere, ülkemin her tarafındaki kadınlarımızı kutluyor, hepsine Cenab-ı Hak’tan saadet, sağlık, huzur, esenlik ve mutluluk içinde geçecek bir ömür diliyorum.
 
Değerli Milletvekilleri,
 
Bilindiği üzere, Mahalli İdareler Seçimleri 30 Mart 2014 tarihinde yapılacaktır.
 
Şu günden itibaren bu seçimlere tam olarak 118 gün kalmıştır.
 
Aziz milletimiz sandığa gidip egemenlik haklarını kullanarak mahallindeki yöneticileri beş yıllığına seçecek ve bu süre zarfında görevlendirecektir.
 
Büyükşehir, il, ilçe ve belde belediye başkanlarıyla birlikte, belediye meclis üyeleri, il genel meclis üyeleri, köy ve mahalle muhtarları bu seçimler sonucunda belirlenecek, iş başı yapacaklardır.
 
Bu demokratik yarışın adaletli, ahlaka uygun, güvenli, temiz ve şaibesiz geçmesi en samimi temennimizdir.
 
Seçim günü yaklaştıkça siyaset ısınmaya, partiler adaylarını peş peşe açıklamaya ve vaatlerini de seslendirmeye başlamışlardır.
 
Parti olarak 24 Ocak 2013 günü Söğüt’ten başlattığımız seçim çalışmalarını büyük bir heyecan, inanmışlık ve tutarlılıkla sürdürüyor ve başarıyı yakalamak için her mücadeleyi vermekten kaçınmıyoruz.
 
Çünkü önümüzdeki Mahalli İdareler Seçimleri milletimiz için tarihi bir imtihan olmasının yanında, çok hayati sonuçlarıyla da yakın geleceğimizi etkileyecektir.
 
30 Mart 2014 tarihindeki demokratik imtihanda şu soruların cevabı en açık biçimde karşılık bulacak ve billurlaşacaktır:
 
√       Milli ve manevi değerlerimize saygı ve sadakatin mi sözü geçecek; yoksa inkâr, yok sayma ve hakaretin saltanatı mı sürecektir?
 
√       Milli kültür ve kimlik unsurlarına bağlılık ve riayet mi kazanacak, yoksa bunların aşağılanması, rencide edilmesi, küçümsenmesi mi tercih edilecektir?
 
√       Milletin tümünü bağrına basan hizmet aşkı ve karşılıksız sevgi mi seçilecek; yoksa sınıf, zümre, elit, kaymak tabaka, yandaş, hısım, dünür ve hanedan çıkarları mı gözetilecektir?
 
√       Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü mü sahiplenilecek; yoksa bölünmüş, parçalanmış ve 36 etnik kimlik tarafından markaja alınmış, ezilmiş, öğütülmüş ve makaslanmış millet fikri mi desteklenecektir?
 
√       Terörü kaynağında kurutmaya ve kazımaya yemin etmiş irade mi öne geçecek; yoksa teröristlerle müzakere masalarında şeref ve haysiyetini kaybetmiş hainler korosu tasvip mi görecektir?
 
√       Türk milletini var etmeye, Türklüğü yaşatmaya ve payidarlığını korumaya çalışan Türk milliyetçilerinin haklılığı mı görülecek; yoksa Türk diye bir şey yoktur diyen anonim, iptidai, soyu bulanık, aklı karışık ve zihniyeti kapkaranlık simalar mı gülecektir?
 
√       Bağımsızlık, onurlu yaşamak, ilkeli ve itibarlı olmak mı yükselecek; yoksa dayatma, kuşatma ve teslimiyet zincirleriyle birbirlerine sımsıkı bağlanmış ve vicdanları zifte dönmüş gafiller mi öne çıkacaktır?
 
Türk milleti, emin olunuz ki, bu iki tercihten birisini oylayacak, birisini seçecektir.
 
Bu itibarla Mahalli İdareler Seçimleri klasik anlam ve içeriğinden daha fazlasını, daha çoğunu ve daha tesirlisini uhdesinde taşımaktadır.
 
İnancım odur ki, bu seçimler kötü gidişe vurulacak kelepçe, talihsizlikleri önleyecek demokratik çare olacaktır.
 
Ve bu seçimler çözülmeye, çöküşe, yıkıma, tahribata en kesif, en kat’i ve en keskin cevap üretecektir.
 
Ayağa kalkan Türk milleti sandıkta AKP’yi uyaracak ve hayal kırıklığına mahkum edecektir.
 
Türkiye’nin bugünkü ortam ve hali; düşünen, dürüstlüğü pusula edinen, milli hassasiyetleri olan, sağduyuyla meselelere bakan herkesi endişelendirmektedir.
 
Başbakan Erdoğan’ın ayırıcı ve ayrılıkçı üslubu, hakaret dolu açıklamaları, terörizme karşı beslediği hayranlık ve muhabbeti daha ciddi badirelere yol açmadan törpülenmeli ve hak ettiği karşılığı almalıdır.
 
Bu sebeple önümüzdeki 30 Mart tarihi çok şeye gebedir.
 
Türkiye’nin AKP zulmünden kurtulması için 30 Mart’ı ilk çıkış kapısı olarak görüyor ve buna uygun hareket etmek için de her mücadeleyi gösteriyoruz.
 
Anlaşılmaktadır ki, Başbakan Erdoğan Mahalli İdareler Seçimlerini bir güven oylaması olarak ele almakta ve yorumlamaktadır.
 
Bunun için tüm kozlarını, devletin tüm imkan ve kaynaklarını siyasi çalışmalarına seferber etmektedir.
 
Aynı zamanda 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak Mahalli İdareler Seçimleri, sonrasında yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimleri için de prova niteliğindedir.
 
Dahası, normal zamanı 2015 yılının Haziran ayı olan 25. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimlerinin seyri ve sonuçları hakkında da aşağı yukarı hepimize bir fikir verecektir.
 
Her hal ve tavrından görülüyor ki, Başbakan’ı korku sarmıştır.
 
Sözleri, siyasi faaliyetleri, ilişki ve irtibatlarındaki gelgitler paniklediğinin, telaşa kapıldığının, panik ataklar geçirdiğinin işaretleriyle doludur.
 
Ancak korkunun ecele faydası dün olmadığı gibi, 30 Mart’ta da olmayacaktır.
 
Başbakan ve partisinin layık olduğu hezimet, hak ettiği hüsran 118 gün sonra bulacak ve kanadını, kolunu kıracaktır.
 
Bundan kaçış ve kurtuluş yoktur.
 
AKP’nin ağır tahribatına rağmen uyanan büyük Türk milleti gerçekleri görmüş, oynanan oyunları okumuş ve bozmaya karar vermiştir.
 
Kötüleme ve karalamalara rağmen, milliyetçilik yükselen bir değer olarak gönüllerde taht kurmaya başlamıştır.
 
Tıpkı 1919’lu yılların heyecan ve şuuru yeniden yüreklerde canlanmıştır.
 
Türk milleti geleceğini belirlemek, geleceğini tayin etmek için sabırsızdır.
 
Bu milli şahlanış, mutlaka sandıkta tecelli edecek ve Milliyetçi Hareket’i başarıyla buluşturacaktır.
 
Hedefimiz budur, beklentimiz budur, inancımız budur.
 
Kaldı ki tüm gelişmeler bunları doğrulamaktadır.
 
Türkiye yıllardan beri tek sermayeleri kutuplaştırma ve cepheleştirme olan AKP- CHP- BDP’nin çekişmesi ile israf olmaktadır.
 
Manevi değerlerimizi istismar eden, bölücülere umut veren, PKK’ya el uzatan iktidar partisiyle; Washington’dan icazet arayacak, siyasetini yabancılara endeksleyecek kadar çaresizliğe mahkum hale gelen ana muhalefet partisi ülkemizin önündeki başlıca takozdur.
 
Bunların işleri güçleri germek, kamplaştırmak ve gerilim icat etmektir.
 
AKP, CHP ve BDP birbirlerinin gıdasıdır ve biri olmazsa diğerine de gerek kalmayacaktır.
 
Milletimiz içine düşürüldüğü kısır ve zararlı çekişmeden bıkmıştır.
 
Türk milleti artık kaynaşma ve kucaklaşma aramaktadır.
 
Kaçınılmaz hesaplaşma, bastırılamaz milli irade, yayından fırlayan ok gibi olan milli şuur 30 Mart günü Başbakan’a, pazarlık ortaklarına, yabancılardan merhamet uman zavallılara zelzele yaşatacak ve zangır zangır alayını titretecektir.
 
Muhterem Milletvekilleri,
 
Seçimlere bu kadar az bir süre kalmışken, elbette demokratik adap, edep ve kurallar herkes için geçerli olmalı, herkese eşit bir şekilde uygulanmalıdır.
 
Fakat Mahalli İdareler Seçimlerine katılacak AKP’li adayları kollayan, koruyan ve emniyete alan bazı tavır ve tercihlerin gösterildiği anlaşılmaktadır.
 
Özellikle Yüksek Seçim Kurulu’nun 28 Kasım günü aldığı ilke kararı düşündürücü, bir o kadar da yanlı ve yanlıştır.
 
Buna göre, Mahalli İdareler Seçimlerinde aday olacak hükümet üyelerinin durumu netleştirilmiş ve istifalarına gerek olmadığı yönünde oy birliğiyle karar alınmıştır.
 
Yani belediye başkan adayı olacak bakanların milletvekilleriyle aynı sıfatı taşıdıklarından bahisle görevlerinden ayrılmalarına lüzum görülmemiştir.
 
Bu mesnetsiz, ucube ve anormal karar demokrasinin ilke ve esaslarını hiçe saymaktan, çiğnemekten ve dikkate almamaktan başka bir şey değildir.
 
Yüksek Seçim Kurulu’nun çok değerli üyeleri bu kararı alırken demokrasinin faziletlerini ve yazılmamış esaslarını hesaba katmışlar mıdır?
 
Sulama birliklerinde çalışanların dahi istifasına karar veren bu Kurul, kamu gücünün başında bulunan, devlet yönetiminin siyasi sorumluluğunu taşıyan bakanları nasıl ve hangi mantıkla es geçmiştir?
 
Milletvekilleriyle bakanları yetki ve görev bakımından bir ve eşit görmek bir defa büyük bir yanılgıdır.
 
Her şeyden önce bakanlar, bakanlıkların en yüksek ita amiridir.
 
Ve bu yönüyle kamu görevi icra etmektedirler.
 
Bakanların koltuklarından ayrılmadan adaylığa soyunmaları haksız rekabeti doğuracak ve ahlaken sorunlu bir durumu ortaya çıkaracaktır.
 
Bir yanda kısıtlı kaynaklarla seçime katılan adaylar, diğer yanda devlet gücünü arkasına almış bakanlar bulunacaktır.
 
Bir yanda kıt kanaat seçim çalışmasını sürdürmeye çabalayan adaylar, diğer yanda bürokrasiyi ve bakanlık imkanlarını pervasızca kullanan ve yönlendiren bakanlar yer alacaktır.
 
Bu paradoks ve patolojik vaka demokrasinin ruhunu tırpanlamak, demokratik ahlaka kara çalmaktır.
 
Meselenin daha manidar tarafı ise, AKP’li yöneticilerin YSK’nın kararını doğru, isabetli ve meşru kabul etmeleridir.
 
Sormak isterim ki;
 
YSK’nın kararını onaylamak, haklı görmek ve temize çıkarmak demokrasiyle nasıl bağdaşacak, demokrasinin erdemleriyle ne şekilde örtüşecek ve nerede kesişecektir?
 
YSK’nın oy birliğiyle somutlaşan iradesi aleni şekilde hukuka aykırı olmasa da, vicdanlarda nasıl izah edilecek; otoriter yönetimleri aratmayan bu hükmü hangi akılla tevil edilecektir?
 
YSK bu kararı alırken acaba;
 
Telkin altında kalmış mıdır?
 
Tavsiye almış mıdır?
 
Yönlendirmelere açık olmuş mudur?
 
Ya da herhangi bir menfaat vaadine kanmış, iradesine ipotek koydurmuş mudur?
 
Başbakan Erdoğan demokrasinin zerresini içinde taşıyorsa, siyasi ahlakın kırıntısına sahipse aday olmuş veya olacak bakanların derhal istifasını istemelidir.
 
Bu konuda geç kalmamalı, kamuoyuna yansıyan iradesinin hilafına hareket etmemelidir.
 
Şayet bakanlar görevlerinden çekilmeden aday olurlarsa; siyasetin havası bozulacak, itibarı karalanacak, dengesi sarsılacak, rekabeti sakatlanacak ve tıpa tıp faşist yönetimleri çağrıştıracaktır.
 
Yüksek Seçim Kurulu da hiçbir şekilde kabul edilemeyecek kuşkulu kararından hemen dönmeli ve demokrasinin evrenselleşmiş ilkelerine bağlı olmalıdır.
 
Unutmayalım ki, demokratik bir yönetim tarzı; her şeyden evvel buna uygun vicdan, usul, kaide ve kişiliklerin var olmasıyla demini alacak ve derinlik kazanacaktır.
 
Tarafgir, sübjektif, hasis, ısmarlama, otokrat, nezaketten uzak, öfkeli ve yapmacık zihniyetlerle bırakınız demokrasinin ilerisini, en iptidai ve güdümlü halini bile sağlamak iğneyle kuyu kazmak kadar boştur, akıl dışıdır.
 
Yüksek standartlı bir demokrasinin, tüm niteliklerinin yanında fırsat eşitliğini de önemsediği ve önceliğine aldığı hiç ama hiç hafızalardan çıkarılmamalıdır.
 
Herkes bulunduğu yeri bu minvalde yeniden ayarlamalı ve yeni baştan kendisine çeki düzen vermelidir.
 
Değerli Milletvekilleri,
 
AKP’nin müzakere ortaklarından BDP’nin Gençlik Meclisi Kongresi’nde bir grup alçak, bir grup terörist Türk bayrağını indirmiştir.
 
Şeref ve bağımsızlık simgemiz olan Türk bayrağına yönelik bu saldırıyı lanetliyor ve yapanların yanına kar bırakılamamasını istiyorum.
 
Öyle bir süreçteyiz ki; bayrağımız gölgelenmekte, kimliğimiz ezilmekte, Türklük inkar edilmekte, Türk milleti suçlanmakta ve milli değerlerimiz bir bir yıpratılmaktadır.
 
Başbakan Erdoğan’ın yönetimi altındaki Türkiye hainlerin at koşturduğu, sürüler halinde nifak saçtığı, provokasyonlar yaptığı bir ülke haline gelmiştir.
 
PKK’lıların ve İmralı canisinin affı hedef yapılmıştır.
 
Zira Başbakan’ın hayallerinin hedef olduğunu açıklayan yıkımdan sorumlu Başkan Yardımcısı bu gerçeğin altını bir kez daha ve şifreli sözlerle çizmiştir.
 
Başbakan hafta sonunda adeta terör estirdiği, olağan üstü hal görüntüsünden farksız Muğla ziyaretinde, bayrağımıza yönelik mütecaviz girişime ucundan kıyısından değinmiş ve şöyle demiştir:
 
“Yani bizim bayrağımıza tahammül edemeyen bir anlayış, bir zihniyet bu ülkede politika yapabilir mi?”
 
Bu şekilde bir söz söylemeye en son hakkı olan, belki de hiç olmayan yegâne kişi Recep Tayyip Erdoğan’dır.
 
Bayrağımız iniyorsa sorumlusu Başbakan’dır.
 
PKK’lı militanlar şehirlerde kimlik kontrolü yapıyorsa suçlusu Başbakan’dır.
 
Petrol için Türkiye’yi ve Türk milletini boru hatlarıyla değişme kalleşliği de Başbakan’a ait bir yüz karalığıdır.
 
“Türk dediğin bir sentezdir ve Türk diye bir ırk yoktur” diyerek ağaç kovuğundan çıktığını, cami avlusunda bulunduğunu, nüfus kütüğünü Kandil’deki mağaralara yazdırdığını zımnen kabullenen, tescilli ve markalı Türk hasımlarına unvan veren, mevki kazandıran ve oraya buraya saldırtan Başbakan’dır.
 
Türk demek İslam’ın kılıcıdır.
 
Türk demek Peygamber’imizin övgüsüne mazhar olandır.
 
Türk demek şereftir.
 
Türk demek tarihtir.
 
Türk demek Atilla’dan Mustafa Kemal’e kadar sergilenen cesaret, gösterilen atılganlıktır.
 
Türk demek şehitliktir.
 
Türk demek kahramanlıktır.
 
Türk demek irfan, görkem ve kutlu bir dilektir.
 
Türk demek milletle aynı anlamdadır.
 
Türk demek kültürle olgunlaşmış, zaferlerle pekişmiş, acılarla perçinlenmiş, anılarla zenginleşmiş, ülkülerle yoğrulmuş devasa kudret, devasa şuur ve devasa hatıra demektir.
 
Türklüğü inkar etmek en şiddetli ırkçılık ve düşmanlıktır.
 
Ne acıdır ki, asırların vicdanı Türklüğü defalarca teyit etmiştir de, içimizdeki köksüzler, vicdanları esir düşmüş ruhsuzlar hala bunu anlayamamıştır.
 
Kıtalar, coğrafyalar, ülkeler, beşeriyet ve tüm mahlûkat Türklüğü yüzyıllarca hürmetle selamlamıştır da, içimizdeki batılın takipçileri, küfrün uşakları hala bunu fark edememiştir.
 
Steplerden okyanuslara, bozkırlardan balta girmemiş ormanlara kadar Türk’ün imzası atılmış, mührü vurulmuştur da, bir tek bunu Şark Meselesi’nin kuyruğuna takılan yarasa tabiatlılar idrak edememiştir.
 
Bu da onların kirli alın yazısı, onların karın ağrısı, onların terbiye yoksunluğu ve onların utancı olarak ebediyete kadar peşlerini bırakmayacaktır.
 
Bu duygularla konuşmama son verirken siz muhterem milletvekili arkadaşlarımı ve değerli misafirlerimizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, hepinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.
 
Sağ olun, var olun.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.

Türkiye Gündemi Haberleri