36'ncı yılda, "Darağacı'ndaki üç fidan"dan Yusuf Arslan'ın annesi ve ablasıyla söyleşi

Çankırı'nın yetiştirmiş olduğu ve halen yaşayan değerlerden birisi olarak tanıdığımız Sayın Hasan Hüseyin Dulun'un büyük bir emek ve çaba ile ortaya çıkardığı yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.

Aşağıda okuyacağınız yazı; Birçoğunuzun varlığından bihaber olduğu, tanışma şansı bulamadığı ancak Çankırı'nın kıt imkanlarla yetiştirdiği 'değerli insanlar' skalasında (en azından benim için) yeri en ön saflarda olan, yüreği bu vatan ve doğup büyüdüğü topraklar adına çarpan Hasan Hüseyin Dulun tarafından kaleme alınmış bundan tam tamına 14 yıl önce... 

Benim böylesi bir yazıya ulaşmam, konuyla ilgili ilk kez yayınlanan 'video'ya etiketlenmem nedeniyle gerçekleşti. İyi de oldu... 

Ne demek istediğimi yazının tamamını okuduktan sonra anlayacağınızı (Tabi ki her bir okuyucunun aynı hisleri yaşamasını beklemiyorum) umuyor, sizleri yazı ve video ile başbaşa bırakıyorum. (Vedat Beki)

36'ncı yılda, "Darağacı'ndaki üç fidan"dan
Yusuf Arslan'ın annesi ve ablasıyla bir söyleşi

"Biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle öleceğiz." (Yusuf Arslan)

İlkokul dönemlerimde yaz tatillerinde, Ankara'ya halamın yanına giderdim. Ziraat Fakültesi'nin karşısında 'su süzgeci' denilen ve Gümüşdere Mahallesi'nden bir bölgeydi orası 69-771'li yıllarda. Sonra Fatih Köprüsü'nün ayağı geçti oradan ve o gecekondu bölgesi tamamen kalktı. 

İşte o günlerde, Ankara'dayken Ziraat Fakültesi'nin önünde tavşanlarla oynamaya ve İngiliz elmalarından koparmaya giderdik. Halam sıkı sıkı tembih ederdi; "Aman oğlum oralarda anarşikler (anarşist değil) falan gezerler. Deniz Gezmiş falan buralardalarmış, aman dikkat edin, şu kadar zaman içinde burda olun" derdi. Doğaldır ki, çok korkardık. Hele Deniz Gezmiş adı, titretirdi bizim çocuk ruhumuzu...

İşte o günlerden, "anarşikler"in 'üç fidanı'nı anacağız bugün. 68 kuşağının devrimci önderleri; Denizler'in, Yusuflar'ın, Hüseyinler'in idam edilişlerinin 36. yıldönümü bugün.

* * *
Yusuf'un ablası Emel (Bilik) öğretmeni her gördüğümde 'onlar' geliyordu aklıma. Bir söyleşi önersem, hem kendisine hem annesine, tepkisi ne olur endişesi taşıyordum. 2 Mayıs'ta o cesareti buldum ve önerdim. Kabul ettiler. 4 Mayıs için randevulaştık.

Randevu anı yaklaştıkça içim burkulmaya başlıyordu. O anneyle nasıl konuşacaktım, nasıl soru sorabilecektim. Bu endişelerle çaldım kapılarını...

Emel öğretmen karşıladı beni, sonra Mediha teyze geldi, zorlanarak. Salon son derece sade ve evde hiçbir resim bulunmaması dikkat çekiciydi. Emel öğretmen söylemişti önceki sohbetlerimizde, hiç adını söylemez, söz ederken sadece 'o' diye konuşurdu. Hiçbir kimseyle görüşmemiş söyleşi anlamında. 36 yıl boyunca hiçbir gazeteyi ve gazeteciyi kabul etmemiş. 36 yıllık süreçte anne Mediha Arslan ilk kez Milliyet Blog için benim önerimi kabul etmiş. Bunun için ayrıca teşekkür ediyorum Mediha teyzeye ve Emel öğretmene. Ben o küçük Mehtap da olur diye düşünmüştüm söyleşide, o bir hekim ve görevli olduğu için gelmedi.

*  *  *

82 yaşındaki Mediha teyze az konuştu. Rahatsızlığı nedeniyle yürüteç (walker) ile geldi görüşeye. Hem hafıza zayıflığı hem de konuşma güçlüğü çekiyor aynı zamanda. Yukarıdaki sözlerin sahibi Yusuf'un ablası Emel öğretmen yanıtladı daha çok.

- Önce teşekkür edeyim, bana bu söyleşi olanağını verdiğiniz için.

- (EB) Daha önce 68'liler falan da gelmek istemişti, annem kabul etmemişti. Annem hiç bu konuda konuşmazdı. Bakın, fotoğrafı bile yoktur annemin... Sizin hatırınız için geldik.

- Ben hiçbir söyleşisini görmedim. İnternette de inceledim, rastlamadım. Ben de size bir kez daha teşekkür ederim. Salı günü 6 Mayıs. Bunun ne anlama geldiğini en iyi siz biliyorsunuz. Neler hissedersiniz, Aslan ailesinin evinde neler yaşanır o gün?

- (MA) Hiç kimse bahsetmez, kimseye bahsetmem... İçimde kaldı hepsi... Konuşulmaz!..

- (EB) O, annemin çok sevgili oğluydu. O çok zayıftı. Onu özel yetiştirdi; Özel günlük yumurtalar falan... (Bu bölümde yaşanan duygulu anları paylaşmayacağım) Keşke konuşsaydı annem. İçine atmayıp konuşsaydı başka türlü olurdu. Ama, konuşmamayı tercih etti.

- Az önce Cumhuriyet'te bir röportajda gördüm, Deniz'in öğretmen annesi de cezaevinde oğlunu hiç ziyaret etmemiş. Siz de gitmediniz sanıyorum.

- (MA) Evet, gitmedim!

- (EB) evet, ben Dikmen Lisesi'nde öğretmendim. Ben giderdim, babam giderdi. Mehtap (Yusuf'un mektuplarında söz ettiği yeğeni. Emel öğretmenin şimdi doktor olan kızı)'ın elinden tutar her hafta ziyaretine giderdim. Okul müdürümüz de çok olumlu davranırdı, sağ görüşlü olmasına karşın. Ses çıkarmazdı pek. Ama bazı öğretmen arkadaşlar beni gösterip, "Bu kızılcıkları ayağının altına alıp çıtır çıtır ezeceksin!" diye benim işiteceğim şekilde konuşurlardı. Özellikle bir din dersi öğretmeni.

- Eylemleri sürecinden haberdar oldunuz mu hiç?

- (EB) İlk, Kıbrıs mitingi sırasında yakalamışlar. O sırada bir polis dövülmüş. Bizim Yusuf da giyimine düşkündü; Kolları siyah-beyaz çizgili bir ceketi vardı, dikkat çeken. Bunlar yakalanmış, o arada dövülen polis mahkemeye gelmiş, 18-20 kişi arasından Yusuf'u göstermiş: "Nereden tanıdın?" sorusuna, "Ceketinden tanıdım" diye yanıt vermiş. O zaman 2-3 gün gözaltına alındı, serbest bırakıldılar daha sonra. O arada gelen giden falan oluyor ama biz hiçbir şey anlamıyoruz. 'Banka soydular' deniliyor, "Allah, Allah! Bizim ihtiyacımız yok ki? Siz yanılmış olmayasınız" diyorum. Ama hiçbir hareketine anlam veremiyoruz bu arada, haberimiz yok çünkü!

- (MA) Ben mektup yazdım ona, 'yapma oğlum ne olursun' diye. O cevap yazmış; "Anne arkadaşlarımızı hep öldürdüler! Aaah, ah! Keşke öldürmeselerdi. Arkadaşlarımız öldü, biz nasıl duralım?" diye.

- Bu yakalanma idama giden sürecin başlangıcı mı oldu?

- (EB) İlk defa bu olayla haberdar olduk (Az önce anlatılan Kıbrıs mitingi). Bundan sonra çok yakalanmalar oldu, bırakıldılar hep. Hiç haberimiz olmuyordu ama arada bir gelir (o aralar annem İzmir'de kardeşimi okutuyordu) bir-iki sohbet eder, Mehtap'ı da sever giderdi. Mehtap'ı çok seviyordu.

- ...

- (EB) Cezaevine de giderdik Mehtap'la. Deniz, Hüseyin ve Yusuf birlikte gelirlerdi. Başımızda da bir subay beklerdi. Ayrılırken sorardım; "Bir ihtiyacınız var mı?" diye. Deniz bir gün "Turşu getir" dedi. "Deniz, turşuyu ne yapacaksınız?" diye sordum. "İyice yiyelim ki, urganları kırmak kolay olsun!" dedi, gülerek. Hep konuşmalarımız üçüyle de bir sohbet, bir şaka şeklinde geçerdi. Doğru mu söylüyorlardı, yalan mı hiç fark etmedim. Üçü de kahkahalarla gülerlerdi. O şekilde görüşürdük... Belki de beni rahatlatmak için yapıyorlardı!

- ...

- "Bir hamama gittik Emel abla" dedi Deniz; "... Allaaaah nasıl muhteşem bir tören yapmışlar bizim için! Yolumuz boyu iki taraf askerlerle dolu. Ben tutturdum, 'Sancar (dönemin Genelkurmay Başkanı) gelmezse gitmem' diye". Deniz, böyle espriler yapa yapa konuşur; "Emel abla, kendimi büyük adam gibi gördüm yaa!" derdi. "O kadar askerin eşliğinde banyo yaptırdılar bize" diyordu.

- En son yakalanışlarında neler hissettiniz_ Bundan sonraki süreçte neler yaşandı sizin evinizde? Siyasiden çok insani tarafını merak ediyorum bu tablonun.

- (EB) O dönemde Ankara'daydım. Annem babam da İzmir'de. Bir gün kapıyı iki adam çaldı. (O zaman kirada oturuyorum. Ev sahibi demişti ki, 'Maliyeciler gelirse, ben akrabasıyım' de. 'Az para veriyorum de'... gibi şeyler tembih etmişti bana) Kapıyı açıp karşımdakileri görünce şaşırdım. "Maliye'den mi geliyorsunuz?" dedim. Adamlar da canlarına minnet, "Evet Maliye'den" diye karşılık verdiler. Ceplerinden alelusul bir kağıt kalem çıkartıp; "Annenizin adı ne? Babanızın adı ne? Kardeşinizin adı ne?" derken, babamın adını söyleyince, "Aaa bu Beşir, bizim Beşir abi olmasın, şurda çalışıyor" diyerek onu da söyledi... 'Evet' dedim. "Yaa o bizim çok değerli bir abimiz. Ya bu Yusuf da sizin kardeşiniz mi?" diye sordu. Yakalanmamıştı o zaman, 'Evet' dedim. "Ya o bizim Yusuf, tanırım çocukluğunu falan"... Adam başladı ağlamaya, babamın eski arkadaşı olarak! Onu öyle görünce ben de o kadar perişan oldum ki. Ben de ağlıyorum, hem de nasıl?! 'Buyurun bir kahve için' diyerek buyur ettim.

...

Etraftaki fotoğraflara bakıyorlardı. Kahveyi yaptım, içtiler ama gözleri etrafta dört dönüyordu. Ben anlayamadım hala!.. "Beşir abiye bir geçmiş olsun telgrafı çekmem gerekiyor. Adresini ver de bir telgraf çekeyim ona" dedi. Annemlerin adreslerini bulamıyorlarmış meğer... O gece baskın yapmışlar annemlerin evine. Kardeşim Yücel'i çok dövmüşler, annemin babamın gözü önünde. Yusuf'u evde bulamayınca hırslarını ondan almışlar! Çok üzüldüm sonra tabii... Ne bileyim onların baskın yapacaklarını!
...
Bir de, uzaktan akraba bir polis kapımızı çaldı. Epeydir bizi görmediği halde. Polis şefiymiş... Öyle ki o zaman ödül de var, yakalayanlara. "Emel çok üzüldüm bu çocuğa" dedi. "Ama götürürlerse öldürürler, vururlar. Sen abla olarak onu bize teslim etmelisin. Ben onun asla işkence görmeden, öldürülmeden yaşamasını sağlarım" dedi. O kadar dil döktü bana. 'Yarın bakayım, arkadaşlarına bir sorayım' dedim. Ertesi gün, Mehtap'ın elinden tutup ODTÜ'ye gittim. "Ben Yusuf'un ablasıyım" deyince çocuklar etrafımı çevirdiler hemen. Beni bir odaya koydular. O arada Hüseyin (İnan) geldi. "Abla hayrola?" dedi. Annem çok hasta, Yusuf'u merak ediyor, görmem lazım, dedim. Teslim olmaya ikna etmeye çalışacağım aslında. Hüseyin dedi ki; "Belki şu an gözetleniyoruz. Yusuf buraya geldiğinde öldürürler. Sonra çok pişman olursun" deyince aklımı başıma topladım. Gerçekten de öyle bir şey olsaydı ben ne yapardım, diyorum kendi kendime. Geri döndüm.

...

Okullar tatil olunca, sömestirde İzmir'e gittim. Ruh halim bozulmuştu. Annem bizi hiç evde tutmamaya özen gösterirdi. Hergün ya sinemaya ya da fuara götürürdü. Çarşıya götürüp üstümüze birşeyler alırdı bazen de. Akşam bile evde tutmamaya çalışıyordu bizi. Bir yerlere götürürdü mutlaka, özellikle fuara. Sinemaya falan gitmediği halde, bizi sinemaya, tiyatroya götürürdü. Hiç hoş durdurmadı bizi. Hep ruh halimizi düzeltmeye çalıştı.

- (MA) Bu kadar olacağını bilemedik tabi yine de. Ne yaptı ki bunlar?!

- (EB) Yine de polis baskısından kurtaramazlardı Yücel'i. Uykudan kaldırıp kaç kez annemin babamın gözleri önünde dövdüler. Buluğ çağında bir çocuk Yücel. Hırslarını ondan aldılar hep. O ayrıca üzdü aileyi.

...

Sonra Kırıkkale'ye tayin ettiler beni. Yusuf'tan bir haber geldi: "Babam mide kanaması geçirdi" diye. Ankara'ya gittim, babam hastanede yatıyor. Erdal Öz, Uğur Mumcu falan ordalar. Hep kan vermek için bekliyorlar. Erdal Öz, bütün masrafları bize ödetmeden kendisi karşıladı. Öz babası gibi babamla ilgilendi. Çıktıktan sonra babam, hergün Cumhuriyet'e giderdi. Oktay Akbal'la, Uğur Mumcu'yla, Erdal Öz'le görüşürdü. Örsan Öymen'le de görüşürdü. Ne yapacaklarını görüşürlerdi. Bazen milletvekillerine kitap hazırlayıp dağıtırlar; idamların gereksizliğini anlatırlardı. Teker teker milletvekillerini gezdiler, onlarla konuşmaya çalıştılar. Babam hergün sabah erken çıkar, gece yarısı gelirdi. Annem ve kardeşim İzmir'delerdi o zaman.

- Siyasiler, özellikle CHP size yeterince destek verdi mi?

- (EB) Hiçbir CHP milletvekilinden bahsetmedi babam... Öymenler'den, Uğur Mumcular'dan, Akbal'dan bahsetti babam. Özellikle Erdal öz. Erdal Öz harika bir insandı. Babam felç geçirdi, Erdal Öz'ün yaptıklarını evladı yapamazdı.

- İsmet İnönü'nün özel çabaları olduğunu biliyorum ben.

- (EB) Evet, İnönü çok destek verdi. Babamla konuşması oldu mu bilmiyorum. Kendileri açısından çaba sarfettiler ama.

- Cevdet Sunay'a kadar gidiyor değil mi?

- (EB) Evet Sunay'a kadar gitti. Evet... Çabaları oldu İnönü'nün. Demirel falan... İnönü'nün sözünü dinleselerdi, ahh!... Babam yurtdışına kaçırırım diye çok umutlandı. Çok mücadele etti... Ama olmadı!

- 36 yıl geçti. Bu sürede idam kararı verenlere ve onaylayanlara karşı neler hissediyorsunuz? Dönemin savcısı Baki Tuğ, halâ pişman olmadığını belirtiyor, söyleşilerinde. Ben, onun yüzündeki nefret ve kin ifadelerini görebiliyorum halâ. Siz ne dersiniz?

- (EB) Ben... Yani... O adama karşı ne diyeyim? O insan nefret edilecek bir insan! Nefret ediyorum!.. Şöyle bir adamın eline bırakmışlar bizi!.. Üç genci böyle bir adamın eline bırakmışlar!.. Zaten ancak, o kalitede bir adam bu işi yapabilirdi!.. Başka aklı başında bir insan bu cezayı veremezdi diye düşünüyorum. Kişisel olarak da bir fikri olduğuna inanmıyorum. Kişisel bir gelişmişliği, olgunluğu olduğuna inanmıyorum. Böylesine cahil bir adam! Kim ne derse onu yapmış!

...

Babam, evelden hiç sol kitaplar falan okumazdı. Dini kitaplar okurdu. Ama kütüphanesi vardı. Yusuf'un olayından sonra Cumhuriyet gazetesi okumaya başladı. Sol yayınlar, sol kitaplar okumaya başladı. Çok kitap okuduğu için kafası çok iyi çalışırdı. O kitaplardakileri ben anlamakta güçlük çekerken, o anlardı. O kadar bilinçli bir insan olmaya başlamıştı. Bir de gidip Cumhuriyet'te sohbet ediyordu ya, Erdal Öz'le falan... Babamda müthiş bir gelişme başlamıştı. Evimize eskiden de gazete gelirdi ama Tercüman gazetesi gelirdi. Babam dindar bir insandı, dini kitaplar okurdu. Ama asla tutucu değildi. Öyle bir şey olsaydı beni okutmazdı.

...

Bir şey daha belirteyim; Biz annemle, babamla, ailemle şöyle oturup birarada konuşamazdık. Hiç boş kalmamıştı evimiz. Sürekli birileri gelirdi; Bize destek, moral, cesaret vermek için. Onlarla ortaklaşa konuşurduk. Kendi başımıza kalmadık ki o dönemde...

- Yargılama sürecinde; 'eyvah herşey bitti' diye karamsarlığa düştüğünüz ya da içinizde bir umut ışığı doğduğu oldu mu hiç?

- (EB) Her aşamada... özellikle babam çok umutluydu. Babam hiç pes etmiyor, sürekli bir mücadele veriyordu 'kurtarabilir miyim?' diye. Sonuna kadar hiç umudunu kaybetmedi. Aynı şekilde biz de kaybetmedik o umudu. Bir şey olur, kurtulur diye düşünüyorduk.

O gece bizdelerdi, babam, annem falan. Gece geldiler, hep beraber oturduk... Böyle... Umutla bekliyoruz. Gece kapı çalındı, adamlar geldiler; Babama birşeyler söylediler. Eşim arabayı getirdi, babam da ayakları bile titreyerek binip, onların peşinden gittiler. O gece çok kötü bir geceydi!.. Hiç kimse konuşmuyordu evde... Ama herkes ağlıyordu!.. Dövünüyordu!.. Ses çıkmıyordu! Herkes için için ağlıyordu! Bekliyoruz... Haber geldi, gelecek!
Kardeşim geldi gözümün önüne, Yücel... Tam ortaokul çağlarında, o kadar zeki bir çocuktu. Elinde elma ısırırken bile, "O elma öyle mi yenir lan?" diyerek öyle bir vurmuşlardı ki!.. Çok dövdüler onu. O yüzden de Yusuf, "Yücel'in hastalığından kendimi sorumlu tutuyorum" diyor, babama rica ediyordu: "Annemle Yücel'i yalnız bırakma emi!" diye...

- (MA) Avukatlara yazdıklarında da var. Onlar da kendiliklerinden geldiler. Yoksa nasıl şey yapalım (nasıl öderiz ücretlerini anlamında)...

- (EB) Arkadaşları Yusuf'un yanında sormuşlar Yücel'e; "Sen niye karışmıyorsun bize?" diye. Yusuf da; "Bir evden bir kişi yeter, ben varım ya!" demiş... Yani gülerek gitti!!!

- (MA) Bana da yazıyor ki, "Anne arkadaşlarım öldürüldüler ben nasıl durayım?" Yalvarıyorum ben, o "Nasıl durayım anne?" diyordu, bana.

- (EB) Davasına inanıyordu da onun için öyle diyordu. Yusuf'da şöyle bir durum var; Hani bazıları kurtuldular bu durumdan ya... Onlar hayatlarını belli bir raya oturttular. Ama bizim Yusuf o duruma gitmezdi, öyle bir yapısı vardı. Yani, hala mücadelesine devam ederdi, biz onu durduramazdık! Ben öyle düşünüyorum.

- (MA) Allah kimseye göstermesin, çok zor!

- İdamın gerçekleşmesinden sonra, defin öncesi yaşananlar var. Dışarıya intikal eden... Bunu tabi siz biliyorsunuz. Polisin tutumu, diğer görevlilerin tutumu, imamın tutumu özellikle. Mutlaka haberdar olmuşsunuzdur.

- (EB) Babamla eşim gitti ama ne babam ne de eşim o gün orada olanlarla ilgili en ufak bir şey söylemediler bize. Evde hiç konuşulmadı. Daha fazla üzülmeyelim diye, asla!.. Hiç konuşulmadı.

- İmam cenaze namazlarını kıldırmamış!

- (EB) Evet, Cemil Gezmiş etraftakilere, "Hiç mi abtesti olanınız yok sizin?" diye çaresizce bağırmış!.. Bakıyorlarmış, seyrediyorlarmış da kılmak istememişler cenaze namazını. Bunları kitaplarda okudum ben... İkinci bir üzüntü olmasın diye...

- İdamlardan sonra diğer ailelere baskıların devam ettiği yazıldı, söylendi. Sizin ailenize de böyle baskılar yapıldı mı?

- (EB) Yücel Ankara'da çalışıyordu. Hiç baskıdan söz etmedi. Biz de hiç baskı görmedik. Yücel'i de, Ankara'da çalıştığı belediyede korudular çalışanlar.

- Dava arkadaşlarından daha sonralarda sizi ziyaret eden oldu mu?

- (EB) Yok, hayır. Bir Metin Ertekin vardı. O bir subay çocuğuydu. O gelirdi, ama uzun zamandır haber alamıyoruz.

- Haberlerde, söyleşilerde, Gezmiş Ailesi, Arslan Ailesi ve İnan Ailesi'nin her yıl mezarlarına ziyarete gittiği belirtilmekte. Siz de gidiyor musunuz?

- (MA) Hayır! Asla gitmem!..

- (EB) Annem mezara gitmeyi hiçbir zaman kaldıramadı. 'Gidip toprak mı göreceğim ben' dedi. Babam her yıl giderdi.

- 36 yıl geçti. Bu acıya nasıl katlandınız?

- (MA) Hiç çıkmadı ki!!!

- Özel bir küskünlüğünüz, bir kırgınlığınız var mı?

- (EB) Yok. Vaktiyle Demirel'e vardı. Şimdi kimseye yok. Biz sildik hafızamızdan.

- Teşekkür ederim. Benim soracaklarım bu kadar. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

- (EB) Annem ilk defa size konuştu... Kardeşimin durumu malum... Biz de teşekkür ederiz.

*  *  *

"Bizler asılarak bir defa şerefimizle öleceğiz. Fakat, sizler bizleri asanlar şerefsizliklerinizle her gün ölecceksiniz. Kahrolsun ABD emperyalizmi. Kahrolsun faşizm. Yaşasın tam bağımsız Türkiye" (Yusuf Arslan)

*  *  *

İdamlar öncesi ve sonrası bazı görüşleri de bu söyleşiye eklemek isterim...

Halit Çelenk'in anılarından: "... Mahkeme Başkanı sigara içti. Denizler'in idamı sırasında gözümün önünden gitmeyen bir başka sahne ise, idam cezasını veren mahkemenin başkanı Ali Elverdi'nin, bir ağaca dayanarak sigara içmesidir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin darağacına doğru yürürlerken Elverdi, sigarasını tüttürüp havaya üflüyordu. Ben bu davranışı da, bir işkence olarak tanımlıyorum. Çünkü o sigara acı değil, bir keyif sigarasıydı..."

Cezmi Ersöz: "Yusuf cezaevinde arkadaşlarına takılıyor; 'Biz gidiciyiz, bu kesin... Kendinizi sıkı tutmalısınız! Belli ki mapusluk süreci bu kez uzun olacak sizin için. Biz gittikten sonra üstünüze çok geleceklerdir. Kendinize bir uğraş bulun. Bol bol okuyun, hatta ikinci bir dil öğrenmeye çalışın. Yoksa zamanı tüketmeniz kolay olmayacaktır.'"

"O Yusuf ki, tutuklanmalarından birinde polisler bıyıklarına bakıp, 'Bunlar ne biçim bıyık ulan...', diyerek yoldukları için ve başka tutuklanışında polislere bu zevki bir daha tattırmamak için sorgudan önce, kendi bıyıklarını kendisi yolan; O Yusuf ki, elleriyle boğazını sıkıp, dilini dışarı çıkararak, 'Bakın işte, beni astıklarında görüntüm böyle olacak!' diyerek kendi ölümüyle bile alay eden, yaşam dolu ve korkusuz bir insandı..."

*  *  *

Günün anlamına uygun bir anı:

3-4 yıl önce mezarlarını ziyaret eden hemşehrim Sayit Yaylacı, Deniz'in mezarı başında bir türbanlı bayan görüyor, dua eden. Gördükleri karşısında şaşırıyor... Yanına yaklaşıp soruyor bu garip durumu:

- Hanımefendi, kıyafetinizi baz alarak sormak isterim: Dindar kesimin bu insanlardan pek hoşlanmadığını tahmin ediyorum. Bağışlayın ama, burada oluş ve dua ediş sebebinizi merak ettim.

Yanıt daha da şaşırtıcı:

- "Deniz Gezmiş'in sınıf arkadaşıyım ben. Bu insanın, dindar kesim dediğiniz kesimlerin anladığı insanlar olmadığını biliyorum. Gerçek yurtsever olduklarını biliyorum" diyerek ağlamaya başladığının tanığıyım. Vedalaşıp, benim de gözlerimden yaşlar süzülürken ayrıldık.

*  *  *

Sevgili Okurlar; Bu hüzünlü söyleşi ve konuyla ilgili notlarım sona erdi. İnsan yaşamının güvencesi olan devlet tarafından, üç yiğit devrimcinin yaşamlarının intikam duyguları ile sona erdirilmesinin bir trajedisi aslında okuduklarınız. Sizin de mutlak öyle dilediğinizi biliyorum ki; Hiç bir insan böyle bir trajedinin hiçbir dağılımda rol almasın.

Bu yürekli devrimcileri bir kez daha saygıyla anıyorum.

Işıklar içinde uyusunlar...

Hasan Hüseyin DULUN

Ropörtajın 'nasıl gerçekleştiği' konusunda Hasan Hüseyin Dulun'un anekdotu:

"Darağacına gönderilen üç yiğit devrimciden birisinin, Yusuf Arslan’ın ailesi ile komşuluğumuzla başladı her şey. Annesi, ablası ve yeğeni üç ayrı komşumdu. Açıkçası, Yusuf’un ailesiyle komşu olduğumuzu siteye taşındıktan birkaç yıl sonra ancak öğrenmiştim.

Yusuf’un ablası Emel öğretmeni her gördüğümde, aile ile bir söyleşi yapma arzum artıyordu. Bir gün cesaretimi toplayıp konuştum. Kabul ettiler ve randevulaşıp, anne Mediha teyzenin evinde buluşmayı kararlaştırdık. O gün gelesiye kadar, 'ne sorabilirim', 'onlar anlatırken nasıl sakin olabilirim' gibi şeyler düşündüm sürekli. Sonuçta, doğurduğu evladını cellatlar vasıtasıyla ellerinden alan, devletin mağdur ettiği bir anne, bir aile olacaktı karşımda...  Bu duygularla çaldım kapılarını...

Buluştuğumuz gün, 6 Mayıs'a iki gün vardı. 'Neler yaşanır ailede, neler hissedersiniz o gün?” sorusu bile o travmatik, o dramatik günün anımsanması/anımsatılmasıyla duyguların en yoğun yaşandığı anlar olmuştu. Böyle başladı söyleşimiz."

HABERE YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
4 Yorum
Önceki ve Sonraki Haberler