Tarım ve hayvancılıktan 'sanayi kenti'ne evrilen Şabanözü / Hasan Hüseyin Dulun'un kaleminden...

Tarım ve hayvancılıktan 'sanayi kenti'ne evrilen Şabanözü / Hasan Hüseyin Dulun'un kaleminden...

Sözcü18; Yayına girdiği ilk günden itibaren Çankırı'nın sahip olduğu değerlerle yürümeyi kendisine ilke edinmiş bir kurum olma özelliğini korumaya özen gösterdi. Bu ilke doğrultusunda yayınlarını çeşitlendirdi ve yazı ailesini oluşturdu...

"Sözcü18 Haber Merkezi olarak, yayına girdiğimiz ilk günden itibaren (yaklaşık 10 yıl oldu) Çankırı'nın yetiştirmiş ve de sahip olduğu değerlerle yol almayı, onlarla birlikte üretmeyi ve de en önemlisi de 'doğuştan var olan' ancak farkına var(a)madıkları değerlerini ortaya çıkartmanın gayretinde oldum...

Şabanözü ilçesi benim için; 'Çankırı' dergisini çıkardığım ilk sayısı ile birlikte Çankırı şehrine girdiğim özel bir "kapı"dır! Şöyle ki; Zamanın Belediye Başkanı'nı makamında ziyaret etmiş ve baskıdan yeni aldığım yani bizlerin tabiriyle 'mürekkebi kurumamış' derginin ilk sayısını makam masasına bıraktığımda Başkan'ın "Biz dergi okumayız" (!) cümlesiyle ilk tokadı yediğim yerdir...

Böylesine acı bir hatıra ile başlasam da, sonrasında bu ilçeden tanıdığım güzel ve de emekçi insanlardan birisidir okuyacağınız 'yazı dizisi'ni kaleme alan Hasan Hüseyin Dulun... Onu ilk kez Çankırıspor Yönetim Kurulu Üyesi olarak Türkiye Kupası maçı için gittiğimiz Antalya'da tanıma fırsatı buldum... Antalya'da yaşayan bir Çankırılı olarak, daha da önemlisi bir 'fotoğraf sanatçısı' olarak karşımdaydı! İlk gördüğümde elindeki fotoğraf makinesine adeta bir annenin kucağındaki yavrusuna sarıldığı gibi sarılışını ve onun heyecanını her daim tebessüm eden gözlerine yansıtmasını unutmam mümkün değil...

"Emekçi" olarak gördüm ve de "emekçi" olarak hayatını devam ettirmesine de o yıllardan bu yana şahidim... Kendi ifadesiyle yıllar sonra '5 gün' süresince doğup büyüdüğü ilçesinde yaptığı gözlemleri kaleme alıp bunları Sözcü18 sayfalarında yayımlamak benim için büyük onur... Hasan Hüseyin Dulun'un ortaya çıkardığı bu yazı dizisinin önümüzdeki süreçte 'Şabanözü' üzerine yazı kaleme alacaklar için büyük bir kaynak ve bugünün yaşayan gençleri için de geçmişin günlerini öğrenme ve tanıma fırsatı vereceği için ziyadesiyle mutluyum...

Sizlerin huzurunda sevgili dostum-arkadaşım Hasan Hüseyin Dulun'a 'Dünyanın neresinde olursa olsun Şabanözü sevginin ve de özleminin hiç mi hiç bitmeyeceğini çok iyi biliyorum. Önce o güzel yüreğine, sonra da gözüne ve de objektifine keder düşmesin' diyor, siz saygıdeğer okuyucularımızı yazı dizisiyle baş başa bırakıyorum."

Vedat BEKİ/Editör

Tarım ve hayvancılıktan 'sanayi kenti'ne evrilen Şabanözü 

Her şey, Belediye Başkanı sevgili Faik Özcan’ın sosyal medya hesabında gördüğüm, şık “Saklı Bahçe”nin ilanıyla başladı. Uzun zaman önce, işletmekte olduğumuz balık restoranından ayrılmış, kendi çapımızda küçük bir işletme kurmaya çalışırken “dünya çapında salgın” (pandemi)'a yakalanmıştık. İşte bu süreçte, avare avare evde otururken bu ilan dikkatimizi çekmişti. Aile içinde de tartışılıp karara bağlandı. O ihaleye girilecek, alınabilirse 27 yıl sonra memlekete geri dönecektik. Bu kararımızda, salgının tahmin edilenden fazla süreceği öngörüsü de etkili olmuştu.
İhale tarihinde memlekette olduk. Şık ve usulüne uygun bir ihale süreci yaşanmasa da, sonuçta birlikte hareket ettiğimiz genç arkadaşlarımız ile ihaleyi aldık. Bir gün düşündükten sonra, ihale rakamlarının altından kalkmanın, günün koşullarında mümkün olmayacağı kanısına varıp, çekildik. Yeşim-Gökhan, tek de olsa işletmeyi yürüteceklerini belirttiler, biz de ayrılmış olduk. İşte bu süreçte, 27 yıl önce ayrıldığımız memleketimizde 5 gün geçirme şansımız oldu. Günleri de iyi değerlendirdiğimizi düşünüyorum. Kafe-restoran sevdamız olumsuzlukla sonuçlanınca kalan zamanımızı, kısa eş dost ziyaretleri ve çevreyi gezerek geçirdik. Bol bol fotoğraf çekip gözlemlerimi usuma not etmeye başladım.

dulun-01.jpeg

"ŞABANÖZÜ" ADI NEREDEN GELİYOR?
Önce ilçemizin adı nereden geliyor, neden Şabanözü, bunu bir anımsayalım: Ormanlık Müsellim, Taşlı Tepe, Sarımsakçı ve Evliya Tepesi arasından geçip güneye doğru yol alan Sanı Çayı ve sulayıp geçtiği Gönecer Mevkii arasında Şaban Koca adında bir yaşayan tarafından kuruluyor bu yerleşim birimi. Güzergâhı boyunca geçtiği alanların ağaçlık ve yeşillikle kaplı olması nedeniyle, Sanı Çayı ve benzer dere yataklarına “öz” deniliyor. Bu nedenle de burası Şaban’ın Özü olarak anılmaya başlıyor. Zaman içinde de “Şabanözü”ne evrilmiş ilçenin adı.

1993 Yılının 27 Temmuz’unda ayrıldığımız Şabanözü ile 10 Ağustos 2020 tarihinde geldiğimiz memleketimiz arasında çok farklar oluşmuştu. Bu 27 yıl içinde çok sık olmasa da ara ara gelip gittim, ancak hiç günübirlikten öte olamadı. İşim ve koşullar engel oluyordu. Gelişlerimde hep fotoğraflar çektim yine. Ara ara sosyal medyada paylaştım da. İlçemizdeki farklılıklar o fotoğraflara da yansıyordu. Her gelişimde biraz daha fazla görüntü almaya çalıştım. İyi ve güzel olanlarıyla kıvanırken, kötü olan görüntülere de üzüldük.

"PENÇE YAPILMIŞ, TAMİR ETTİRİLMİŞ AYAKKABI ÇOK GİYDİM"
“Yokluğun kıymetini bilmeyen, varlığın kıymetini bilemez” derdi annem. Yaşamımızı da buna göre şekillendirirdi; “Ne olur, ne olmaz” derdi. Ülke koşulları belli, bir de dedemin “kıtlık” görmüş olması işi daha da dramatik hale getirirdi bazen. Üstelik, varlıklı sayılmasak da yoksul da değildik. Babam, gıda toptancılığı yapıyordu. Gıda deyince de, şimdiki gibi bir ürün bolluğu da yok. Tahin helva, reçel, Sana yağı, Vita yağı en baba ürünler. 16 Yaşında babamı kaybedip, hayat annemle benim üstüme yıkılınca işler daha bi değişti. O yıl lise 2’de ben de “çakmıştım”. Günün koşullarında çok az yamalı giysim oldu ama, pençe yapılmış, tamir ettirilmiş ayakkabı çok giydim. Babamın pantolonlarını annem iyice düzleştirip yataklarının altına koyar, orada “ütülenmiş gibi” olurdu. Bu metni, sosyal medyada bir arkadaşımın, “Hayatta daima bir babanız olsun! Babanız ölse bile basın parayı kendinize bir baba alın” sözlerinin geçtiği dokunaklı öyküsüne yorum olarak yazmış, geçmişi anmıştım. Andım ama, her haliyle bir memleket gerçeğiydi içeriği.

whatsapp-image-2020-09-08-at-14-17-21.jpeg

"BÖLGEDE İLK CİDDİ YATIRIM ERNA-MAŞ'TI"

dulun-02.jpeg

Biz ayrılırken ilçemiz tarım ve hayvancılığa bağlı geçim telaşıyla yaşam savaşını sürdürüyordu. Belediye yönetimi olarak kurulmasına çabaladığımız Şabanözü Organize Sanayi Bölgesi, resmi olarak kurulamamış olsa da yatırımcılar tek tük gelip görüşmeler yapıyorlardı. OSB için alanlar ayrılmış, 18. Madde uygulaması yapılmış ama bir türlü kuruluşu gerçekleştirememiştik. O zamana kadar büyük bir firma yatırım yapmış, küçük elektrikli ev aletleri üretiyordu. Erna-Maş’tı ilk ciddi yatırımcımız. Pek çok insanımızı iş sahibi yapmış, bunu geliştirerek sürdürüyordu. O günlerde, ilçede mevcut 12 kahvehaneye takılmıştım. 3 bin nüfuslu ilçemizde çok yüksekti bu sayı ve tembelliğimizin bir göstergesiydi. Ama, iş olanakları arttıkça tembellik de kendiliğinden yok olacaktı. 

"İLİMİZ ÇANKIRI İLE ULAŞIM DAHA DA ZORDU"
Özel araç sayısı parmakla gösterilecek kadar az, ilçenin şehirlerarası ulaşımı bile sıkıntılıydı. Günün belli saatlerinde birkaç midibüs ilçeden kalkıyor, aynı sayıda da Ankara’dan dönüşler sağlanıyordu. İlimiz Çankırı ile ulaşım daha da güçtü. Günde bir minibüs gidiyor, aynı araç belirli saatinde de geri dönüyordu. Kaçırdığınızda, ya Orta’nın posta arabasına yetişecek ya da orada kalmak zorunda kalıyordunuz. Hele babamla dedemin Ankara’dan toptan kuru erzak taşıdıkları daha eski yıllar… Anlattıkları o günlerde bile bana akıl almaz geliyordu. At-eşek sırtında günler boyu yolculuklar, mal alımı ve geri dönüşleri… Şabanözü-Çubuk karayolu güzergahı değişmeden önce Handeresi’ni bilmezdik örneğin. Sadece bu kervan yolu olduğu günlerinin konuşulduğu bir nostalji olurdu bizim için. 50’li yıllarda olduğunu düşündüğüm bu yolculuklardan sonra, ancak yol güzergahı değiştiğinde gördük Handeresi’ni. 

"50 YAŞ ALTINDAKİLERİN ANIMSAYAMAYACAĞI HANLAR VAR İDİ ŞABANÖZÜ'NDE"
Handeresi, at ve eşek dedik. Bunların devamı da var geçmişimizde. Sanırım 50 yaş altındakilerin anımsayamayacağı hanlar var idi Şabanözü’nde. Köylerden, komşu yerleşim yerlerinden gelenlerin atını, eşeğini bağlayıp, açlığını, susuzluğunu giderdikleri yerler. En son anımsayabildiğim, Hayrettin (Subaşı) abilerin evin avlusuydu hanlardan birisi. Yeri gelmişken küçük bir anekdot ekleyeyim. Hayrettin abilerin hanın bitişiğinde mülkiyeti yine onların olduğunu zannettiğim bir lokanta var. “Aşçı Ali (Güvendi)amca” işletiyor. Biliyorsunuz, Şabanözü’nün yerel pazarı pazartesi günüdür. Pazartesileri pazara gelen köylülerin atları ve eşekleri, hemen bitişiğindeki han da bağlı olurlar. Eşeklerin karakteristik özelliği anırmalarıdır. O günlerde sayıları da fazla olduğu için “anırmalar” çok fazla. Lokantaya gelen müşteriler şikayetçiler bu durumdan. Ali amca da, Hayrettin abiye anlatıyor bu durumu. O da, “Çok kolay Ali abi, ben hallederim” deyip gidiyor eşeklerin yanına. Bir müddet sonra, eşeklerin anırmaları “aaa” diyip kesilmeye başlamış, sonunda da dinmiş. Ali amca merak edip sorunca, Hayrettin abi sorunu nasıl çözdüğü anlatmış: “Eşekler anırırken kıçlarını sıkarak güç alır, bu nedenle gür anırırlar. Ben onların kıçına “yağlaç” ile bir miktar yağ sürdüm, hepsi o kadar.”

"ÜÇ AYAKLI FOTOĞRAF MAKİNELERİ VARDI"

whatsapp-image-2020-09-08-at-14-17-18.jpeg
Kamil (Biçer) amca ve Mehmet (Hancı) amcaların da han olarak kullanılan yerleri vardı, çarşı kenarında. Kamil ve Mehmet amcaların, aynı zamanda at ve eşeklerin “nallama” işlerini de yaptıklarına tanık olmuştum çocukluğumda. “Sunturaç”ın, aklımdan çıkmayan, nalbantların kullandıkları bir alet oluşu o günleri anımsamamdandır hep.
İlçede yaşasaydık pek aklımıza gelmeyecek şeyler, uzaklarda olunca arada bir aklınıza takılıyor. Fotoğrafla uğraşan birisi olarak, unutmayacağım şeylerden o üç ayaklı fotoğraf makineleri vardır bir de. Üç ayaklar da evrim geçirip modern fotoğrafçılıkta tripot'a dönüştü. İşlevi neredeyse hemen aynı. Daha eskilere gidersek Şükrü Dalgıç’la başlayıp Ömer Mercimek ve Ali Oğuz (dayım)la süren bir meslekti bu, arzuhalcilikle birlikte. Hatta Ali dayımın özel çalışmalarında kullandığı agrandizörü, emekliliğinde ben satın almıştım. 

"DESTİ OCAĞI"
İlçeye her geliş gidişimde gözüme çarpan yerlerden biri de, eskinin “Desti Ocağı”dır. Şaban Kibaroğlu’nun atölyesiydi bir zamanlar da orası. “Desti ocağı” olduğu günlerde çok girmişimdir Hüseyin (Bardakçı) amcanın yanına. Baba dostuydu, zamanında çok yardıma gelmiştir bizim dükkana. Toprağın elenişinden, çamur haline dönüştürülmesine, çamura şekil verilmesine kadar her aşamasını izledim. Hele ocak dolup da yakılmaya başladı mı, ta çarşıdan görünürdü yakılan lastiklerin dumanı. Çevre kavramı yok o zamanlarda, lastik yakmanın çevreye etkisi kimsenin aklına bile gelmiyordu. Pöyreden, testiye, hatta şimdi esamesi okunmayan peynir testilerine kadar her türlü araç-gereç yapılıyordu bu iptidai atölyede.

whatsapp-image-2020-09-08-at-14-17-20.jpeg

"İLÇEDE ET BULMAK MESELEYDİ O ZAMANLAR..."
Ali dayımdan sonra, ilçede ticari yaşama yön veren iki dayım daha vardı; Mehmet (Oğuz) dayım camcı, Bekir (Oğuz) dayım da manifaturacıydı. Şimdi manifaturacılık diye meslek kalmadı neredeyse. Hele o Sümerbank basmaları, düğün harcı görmeye gelenlerin birinci tercihleriydi hep. İlçede et bulmak meseleydi o zamanlar. Kuzukgiller'den İsmail amca (soyismini anımsayamadım) ve Hacı Kamil amcamız (Bastak) kasaplık yapıyordu. Sonraları “Bıyıklı” Ahmet abi (Tekin) de dahil olmuştu bu mesleğe ama, bu kasaplardan et almak törensel bir başarıydı adeta. Kasaplar deyince, tam onların karşısında (şimdi PTT’nin, Ziraat Bankası’nın olduğu alan) kalaycılar vardı. Soba boruları, kalay, lehim işleri oradaki atölye tarzı küçük işletmelerde yapılırdı. Bu işlere emek verenleri de rahmet le anıyorum. Abdullah Ünal, Mehmet Çulha, İsmail, Mehmet Soydaş kardeşler anımsayabildiklerim. Hatta, yanlış anımsamıyorsam Abdullah (Çelebi) abi de orada tamircilik yapıyordu.

"GAZ LAMBASI IŞIĞIYLA DERS YAPTIM... MASA YOK..."
Zaman zaman okul günlerim gelir gözümün önüne. İlkokul 3'üncü sınıfa kadar gaz lambası ışığıyla ders yaptım. Masa yok, “tabla” (yer sofrası) dediğimiz yemek yeme aygıtı, bizim aynı zamanda ders çalışma masamızdı. Bazen o da olmaz, yere upuzun uzanıp yatılır, orada ders yapılırdı. Varsıl aileler, "lüks" adı verilen ve gazla yanan beyaz ve güçlü ışık saçan bir aygıt kullanırlardı. Bu zenginliğin bir diğer emaresi de gaz ocaklarıydı. Her evde bulunan “ocakbaşı”nda oturulur, yemekler o ocakta pişerken, gaz ocağı olanlar o ayrıcalığı kullanırlardı, özellikle acil durumlarda.

"BAŞKENT ANKARA'NIN HEMEN DİBİNDEKİ BU İLÇEYE ELEKTRİK
1977 YA DA 78 YILLARINDA ANCAK VERİLEBİLMİŞTİ"
En son, cezaevi olarak hizmet veren, eski değirmenin yanındaki bina o zaman jeneratör binasıydı. İki tane dev jeneratör vardı, akşam hava karardığında çalıştırılır, sadece sokak lambaları aydınlatılır, gece 23.00’de de söndürülürdü. Bu jeneratörler zamanla güçlendirilmiş olmalı ki, isteyen evlere de elektrik vermeye başlamışlardı son yıllarda. Çalışma saatleri yine aynıydı tabi. Başkent Ankara’nın hemen dibindeki bu ilçeye, ulusal şebekeden elektrik, 1977 ya da 78 yıllarında ancak verilebilmişti. Değirmen demişken, ilçede benim anımsadığım tek değirmendi o. Hemen yanında “Sıddıkgil”in evleri, onun yanında da Karayolları’nın “bakımevi” vardı. Şimdi hiçbiri yok o bölgede.

"YA TELEFON NE DURUMDAYDI O GÜNLERDE?.."
Ya telefon ne durumdaydı o günlerde?.. Telefon denen aygıt, bizim memlekette elle kumanda edilen, çevrilerek sinyal gönderilen bir aygıttı ilkin. Sonraları numaraların çevrilmesi, daha sonralarda da numaraların tuşlanmasına dönüşmüştü. Şehiriçi aramalar ücretsiz, kolu, tuşu çevirip karşınıza çıkan santral görevlisine, görüşmek istediğiniz numarayı ya da (küçük yer olduğu için) ad soyad söyleyerek bağlanabiliyordunuz. İş şehirlerarası ya da uluslararası telefon görüşmesine gelince her şey değişiyordu. Önce santrale yazdırılıyor; “normal”, “acele”, “yıldırım” seçeneklerinden biriyle. Saatler, bazen günler bekleniyordu, aranılan numarayla görüşülebilmesi için. Muhabirlik yaptığım dönemlerde bir de “basın” seçeneği vardı telefon görüşmeleri için, onu kullanıyordum. Öncelik hakkı vardı çünkü. Buna rağmen çok güçlükle görüşebilirdik Hürriyet Haber Ajansı Ankara Bürosu ile. Telefon yazdırıp sıra beklemek sabır işiydi yani!

(Devam edecek)

2'NCİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN - TIKLA

SON BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN - TIKLA

dulun-04.jpeg

dulun-05.jpeg

HASAN HÜSEYİN DULUN KİMDİR?
"1960 Ankara doğumlu bir Çankırılı. Satı-Halil Dulun’un oğlu, Umut ve Petek’in babası. Masal’ın da dedesi.

33 Yaşına kadar yaşadığı memleketi Şabanözü’nden 1993 yılında ayrıldı, o yıldan beri Antalya’da yaşamakta. Arada, bir 3.5 yıl Kapadokya serüveni var, onu da not edelim. Memleketinde, siyaset, ticaret ve gazetecilik alanında çalışmaları oldu.

Şimdiki yaşamında da hobilerini geliştiriyor. Yemek yapmak, müzik dinlemek en önemlilerini oluşturmakta. Fotoğrafçılık ise yaşamının ayrılmaz bir parçası oldu artık. Arada bir uğradığı memleketini de fotoğraflarda yaşatmaya çalışıyor.

Bir de; Kendi tabiriyle "İyi bir yurttaş olmaya çabalıyorum." demekte...

HABERE YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
19 Yorum
Önceki ve Sonraki Haberler