Çankırı'ya veda...

Babam; memuriyetine Teknik Ziraat Müdürlüğü'nde ziraat muallimi ünvanıyla 1949 senesinde Çankırı’da başlamış. Daha sonra Rize ve Kırşehir’de görev yaparak, 1961’de tekrar Çankırı’ya dönmüş. Çankırı’da Uncuoğulları’nın Hamide Teyze’nin evinde, İmaret’te Zabıta Hasan Efendi’nin ve Eytamlar’ın Fatma Teyze’nin evinde oturmuşuz. 1963’te de Karatekin Mahallesine, Ali Çavuşoğlu’nun evine taşınmışız...

Uzunyol’da oturduğumuzu, hatırlıyorum... Hatta Lütfi abimin hastalığı nedeniyle tedavi için Ankara’ya gittiğini bile hayal meyal gözümde canlandırıyorum... İmaret ’in o yıllara mahsus esnaf dokusundan, semerciler de hafızamda kalanlardan...

metin-yilmaz-cankiri-resim-01.jpg

TOKİ 2. Etap için yıkılan Karatekin Mahallesi Damlamca Caddesindeki 22 numaralı ev, Çankırı ile ilgili hatıralarımın gönül sarayı. Babamın Bilecik’e tayini nedeniyle, Çankırı’dan ayrıldığımız güne kadar rahmetli Ali Çavuşoğlu’nun evinde 10 yıl kiracı olarak oturduk. 1957 yılında yapılan Ali Çavuşoğlu’nun evi, yapıldığı dönemin karakteristik özelliklerini taşıyan güzel örneklerden biriydi. Ali amcalarla 2 katlı evlerinde altlı üstlü 5 yıl birlikte oturduk, daha sonra Karaköprü’deki bahçeli evlerine taşındılar. Evin alt kattaki çift kapılı müstakil girişi, avluya açılırdı. Alt katın caddeye bakan küçük dikdörtgen bir penceresi, her avlulu Çankırı evi gibi dut ağacının dibinde bir çeşmesi vardı. Her yıl mevsimi geldiğinde dut çırpılarak mahallece keyifle yenirdi. Avludan merdivenle çıkılan teras bölümü, depo ve ardiye vazifesi görürdü. Avludan eve girişte camlı bir geçiş bölümü bulunur, havalar ısınmaya başladığında burada oturulurdu. Ali Amcalardan sonra, kiracı olarak çocukluk arkadaşım Halimler (Şan) taşındı. İşte o camlı bölmede Halim’in ocakta demleyip üzerine havluyu bürülediği çayın oturmasını bekler, plak dinleyerek muhabbet ederdik. Barış Manço rahmetlinin “Dağlar Dağlar” şarkısını da ilk orada dinlemiştik…

metin-yilmaz-daglar-daglar-cankiri-resim-02.jpg

Bizim oturduğumuz ikinci kata tek kanatlı kapıdan girilir, yukarıya 20 basamaklı ahşap merdivenle çıkılırdı. Merdiven boşluğu, kömürlük olarak kullanılır; odun, kömür yazdan temin edilerek buraya istiflenirdi. Girişte küçük oluklu bir çeşme vardı. Tuvalet bağımsız, merdiven çıkışındaydı. Evin tabanı ve tavanı ahşap döşemeydi. 3 oda bir salonlu üst katın 2 pencereli, iki odası mahalleye, ikisi de avluya bakardı. Salondaki kuzine kışın görevini yaptıktan sonra da kaldırılmaz, gelecek kışa kadar salonun demirbaş eşyası olarak arzı endam eylerdi. Eşya deyince; eski evlerde şimdiki gibi yemek odası takımı, yatak odası takımı, salon takımı ve elektronik eşyalar yoktu. Oldukça sade ve basit eşyalarla donatılıydı evlerimiz.

Yün yatağın üzerine konduğu karyola ile somyalar ve oturmaya uygun köşelere yerleştirilen tahta sedirler, tahta sandalyeler ve büyücek bir masa ana eşyalardı. Yüklükteki sandığın üzerinde, misafir ağırlamak için bol miktarda yatak, yorgan ve yastık bulunurdu. En kıymetli eşyalarımız, babamın amcasından yadigâr el yapımı ahşap kütüphane, “AEG” buzdolabımız, annemin “Singer” dikiş makinası ve pilli “Mascot” radyoydu. Televizyon, henüz ev eşyası olarak evimizde mevcut değildi. O yılların her eve giren “Gırgır” denilen süpürgesinden bizde de vardı. (Halen muhafaza ettiğim, ilk fotoğraf makinamızı da unutmayım...)

metin-yilmaz-fotograf-makinem-resim-04.jpg

Yerde Sümerbank halılar ve o zaman Çankırı’daki küçük el tezgâhlarında dokunan çaput kilimler seriliydi. Mutfak ve salon zemini, muşamba kaplıydı. Bol miktarda yer minderi ve arka yastığımızda odalara serpiştirilmişti. Ahşap çerçeveli pencerelerimizde annemin el emeği göz nuru gül ve kuş motifli beyaz el işi dantel perdeler asılıydı.

metin-yilmaz-gazocagi-resim-03.jpg

Çankırı’da, ben ilkokuldayken yemek pişirmek için gaz ocakları kullanılırdı. Pirinç pazarında gaz ve ispirto satılırdı. Tüp gazlar 60’lı yılların sonunda girdi mutfaklara... Özler Ticaret, İpragaz bayii idi. Çankırı’nın mahallelerine tüp sevkiyatı 3 tekerlekli bisikletle yapılırdı. O bisikletle, ben de tüp dağıtımı yaptım. Mutfak eşyaları ağırlıklı olarak bakırdı. Bakır tencereler, bakır taslar, sahanlar, güğüm, tepsi, bakraç, kevgir hamur teknesi, sofra tablası.

Yatağım, caddeye bakan pencere kenarındaydı... Her gece yatmadan evvel gökyüzünü seyreder, mahallemin gecenin siyahına ayın şavkının vurmasıyla büyülü bir tabloya dönüşen görüntüsüne dalarak duamı edip uzanırdım... Taşınacağımız gece boyunca gözümü kırpmadım. Masal bitmişti. Loş sokak lambasının aydınlattığı mahallemizi veda duygusunun üzerime karabasan gibi çöken yorgunluğuyla seyrediyor; hiç tatmadığım bir burukluk ve huzursuzlukla cebelleşiyordum. Pencereyi açıp, mahallemizin Şıh Osman Camii’nden Recep Hocamızın okuduğu sabah ezanını son kez dinledim... Eski camimiz yıkılıp yeniden inşa edilirken, çocuk kuvvetimizle sevap kazanmak için el arabasıyla canımızı dişimize takarak taş taşıyışımız geldi yaşaran gözlerimin önüne. Mahallemizin üç Zela teyzesinden biri olan Haşim’in Zela teyze kızardı bize: "Fıtık olacaksanız sevap kazanacağız diye zorlamayın kendinizi küçük tuğlaları taşıyın, sevap aynı sevap!” diye... Sızıp kalmışım...

Pek araba geçmeyen mahallemize kamyonun önce gürültüsü, ardından korna sesi gelince gözlerimi açtım ve koşup yüzüme su çarpıştırarak telaşeyle üzerimi giydim. Vakit tamamdı, gün ağarmış; hane halkı ayaklanmış son kez alel acele kahvaltı yapılırken, bir taraftan da konu komşuyla eşyalar toplanmaya başlanmıştı bile...

Çok sürmedi kamyona yükleme işi ve bir rüyadan uyanırcasına yıllarımızın geçtiği 22 numaralı evin odalarını hızla bir kez daha dolaşarak, asılı unuttuğumuz duvar halımızı da söküp kapımızı son kez çektik. Kamyonun etrafı çok kalabalıktı. Ağlaşmalar ve sarılmalar hiç bitmeyecek sandım... Kamyon şoförü Karatekin Köyünden Mehmet Amca, bu defa yola çıkış vaktini haber verdiği kornayla herkesi kendine getirdi. Adam haklıydı, bizi Bilecik’e götürdükten sonra dönüşte Sivrihisar’dan yükleme yapması gerekiyordu. Yola çıkmalıydık artık, çünkü kamyonunun duyguları değil yükü vardı sırtında. Kamyona bindiğimde bir avuç cam kırığı yutmuş gibi boğazım yırtılıyordu. Oğuz Atay’ın dediği gibiydi durumum: “Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır, konuşsan; kanatır."

Kamyon Tahtaköprü’den Büyük Cami’ye doğru ilerlerken, son bir kez içim yırtılarak çocuk dünyamın bahtiyar ülkesine baka kalmıştım... Her şey birkaç dakikada yalan oluvermişti... Kamyon hızla Çankırı’dan çıkarken, çocukluğum sanki gözyaşlarıyla beni uğurluyordu. (14 Temmuz 1973)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
10 Yorum