Ömer Faruk ERYILMAZ

Ömer Faruk ERYILMAZ

Yoksa Mahşerin 4'üncü Atlısı mı?

Gömleklerinin yakalarını açıp, yara içindeki omuzlarını gösteriyorlardı birbirlerine. Ayaklarını sürçerek yürüdükleri bu yolu, günde kaç kez gelip - gittiklerinin sayısını bilmiyor, hiç değilse birkaç gün gelmemek için dualar mırıldanıyorlardı.

Her geçen gün azalıyordu yol arkadaşları. Hergün bir, iki, üç belki daha fazla kez geliyorlar, omuzlarının üstünde taşıdıkları çocuklarını, eşlerini,  akrabalarını,  arkadaşlarını burada bırakıp geri dönüyorlardı.

Birbirlerinin gözlerine, yüzlerine bakmadan, kimin daha önce omuzlara çıkacağını düşünüyorlardı.

Onlar daha dönmeden, iki dakika soluklanıp, abdestlerini yenilemeden, bir başka yolcunun daha olduğu haberi geliyordu.  

* * *

Yolcusu çıkmayan ev, yanmayan yürek, ağlamaktan kurumayan göz, yara içinde olmayan omuz, kalmamıştı...

* * *

Minarenin şerefesine çıkmaktan dizlerinde derman kalmamış müezzin, musalla taşının yanında okuyordu selayı. İmam efendinin hızlı hızlı namazını kıldırdığı cenazenin namazını kılanların sayısı, neredeyse iki elin sayısını geçmiyordu.

Bırakın komşularını, arkadaşlarını, kendi cenazelerine bile gidecek, tabutunu taşıyacak güç kalmamıştı kimsede.

Ağıtlar yakıyorlardı, yürekleri parçalayan.

“Çalın davulları çaydan aşağıya aman
Mezarımı kazın dostlar belden aşağıya
Aman ölüm zalim ölüm
Üç gün ara ver...”

* * *

Veba, sıtma, verem, çiçek, kolera ya da grip... Adlarını duyanda yoktu bilen de. Hepsine tek bir ad vermişlerdi “KIRAN”.

Ve sanıyorlardı ki, bu illet sadece kendilerini buluyor, kendilerini vuruyordu.

* * *

Oysa takvimlerin milattan sonra 165 ila 180 yıllarını gösterdiği zamanlarda bile günde 2 bin kişinin öldüğü salgınlar olmuştu bu topraklarda.

Bugün olduğu gibi o günde doğudan gelmişti bu bela. Biz bela diyorduk ama doğu seferinden dönen Romalı askerlerin getirdiği bu illetin adı "VEBA" idi. (İçlerinde, imparatorlarında olduğu) Roma İmparatorluğu nüfusunun yüzde 30'unu öldüren "Antoninus Vebası".

Yine Milat'tan sonra 541 yılında Kral Jüstinyen, Konstantinopol’daki (İstanbul) koltuğunda rahat rahat otururken, Avrupa’da başlayan bir salgın önce Mısır’a, oradan Filistin’e, Suriye’ye ve oradan da Anadolu’ya ulaşıyor, Jüstinyen kentin tüm kapılarını giriş çıkışlara kapatsa da, askerlerin getirdikleri malzemeler arasındaki fareler, salgını Konstantinopol’a getiriyorlardı.

Bir hafta içinde kentin her yanına yayılan hastalıktan, başlangıçta günde birkaç yüz kişi ölürken, sonraki günlerde bu sayı binlere ulaşmıştı.

Döneminin en kalabalık kentlerinden olan Konstantinopol, nüfusunun yüzde 40'ını kaybedip, mezarlıklarında yer kalmayınca, ölülerini denize atmaya başlamışlardı.

Bu belanın adı da “Jüstinyen Vebası” idi.

1346 – 1353 Yılları arasında Avrupa’da yayılan bir hastalıktan ölenlerin sayısı tam olarak bilinmese de, 75 milyon ila 200 milyon olduğu ve Avrupa nüfusunun yüzde 30 ila yüzde 60 oranında azaldığı biliniyor ki, bu kadar ölümden sonra toplum kiliseyi ve din adamlarını sorgulamaya başlamış, dinde reformun, hayatın bir çok alanında da Rönesans'ın başlamasının başlıca nedenlerinden birisi olmuştu. Bu salgının adı da "Kara Veba" idi.

* * *

"Antoninus Vebası", "Justinyen Vebası", "Kara Veba". Sadece "Veba" değildi salgının adı.

Uygarlık tarihimizi yedi kez büyük ölçüde etkileyen bir lanet salgın daha vardı ki, adına “Kolera” diyorlardı.

Kaynağı, içmeden temizliğe kadar yaşamımızın her alanında kullandığımız suyun pisliğinden geliyordu. "Pis su" deyince de aklımıza hemen Ganj nehri ve suyunu kutsal sayıp, yıkanmadan içmeye kadar her alanda kullanan Hindular geliyordu ki, yanlış da değildi.

1852 – 1860 Yılları arasında tüm Hindistan’ı saran salgın, oradan Afganistan’a ve Rusya’ya yayılıyor, (resmi kayıtlara göre) sadece Rusya’da ölenlerin sayısı 1 milyon insana ulaşıyordu.

* * *

1914 – 1918 Yılları arasındaki I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa ve Asya’da 25 milyon kişiyi hasta edip, (toplam ölüm sayısı bilinmese de) yine sadece  Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın insanın ölümüne sebep olan bir salgın daha olmuştu.

Kaynağı ve dağıtıcısı ufacık bir 'bit' olan bu lanet hastalığın adı da 'tifüs'tü.

* * *

Zaman yine I. Dünya Savaşı'nın geçtiği yıllardı. Herkes herkesle savaşıyor, Avrupa’dan, Kafkaslar'a, Ortadoğu’dan, Afrika’nın kuzeyine her yerde oluk oluk kanlar akıyordu.

Anadolu insanı yine savaştan savaşa koşuyor, Yemen çöllerinden Galiçya’ya, Sarıkamış’tan, Çanakkale’ye vatan savunmasında canlarını veriyordu.

Yıllarca geri dönmeyen askerlerden haber alınamıyor, onlara haber uçurulamıyor, giden öldü mü, sağ mı? Bilinmiyordu.

Anadolu insanının düşmanı da oradan oraya koşuyor, yeni istilalar, yeni paylaşımlar, yeni kazanımlar peşinde ölümle kalım arasında gidip geliyorlardı.

İşte tam bu ortamda yeni bir salgın çıkmıştı ortaya.

Bu o kadar güçlü bir salgındı ki, dünyadaki her üç kişiden birisi (500 milyon) bu hastalığa yakalanmış ve 21 milyon insanın ölümüne neden olmuştu.

Yaklaşık dört yıl süren I. Dünya Savaşı'nda ölen asker ve sivillerin sayısının 14 milyon olduğu düşünüldüğünde 21 milyon insanın ölümü salgının ciddiyetini ortaya koyuyordu.

İspanya taraflarından gelip yayıldığı sanıldığı için adına 'İspanyol Gribi' diyorlardı.

* * *

Dertsiz günü yoktu Anadolu’nun.

Ne savaşlar bitiyordu bu topraklarda ne de savaş ortamlarının getirdiği bulaşıcı hastalıklar.

'Sıtma'sı vardı, 'verem'i vardı, 'çiçek hastalığı' vardı, 'kolera'sı vardı, 'tifo'su, 'tifüs'ü, 'frengisi' vardı. Bunlar yetmezse "kuş gribi', 'domuz gribi'ni de ekleyebilirdik.

Gençleri savaşlarda ölürken, küçücük bebeler 'sıtma'dan, genç kızlar 'ince hastalık' dedikleri 'verem'den ölüyorlardı.

* * *

Nereden geldiği bilinmeyen 'AIDS'i de, Afrika kaynaklı 'Ebola'sı da, Çin kaynaklı corona virüs 'Covit 19'u da bizi buluyordu.

* * *

Bugün artık salgın hastalıklardan kendimizi ve çevremizi nasıl koruyacağımızı öğrendik sayılır. Yöneticilerimiz gerekli önlemleri zamanında  alırlarken, bizler de, kişisel ve toplumsal temizliğimize eskiyle mukayese edilmeyecek ölçüde dikkat ediyoruz.

Cenazelerimizi belediyelerin araçlarıyla taşıdığımızdan omuzlarımız da yara içinde kalmıyor.

Ama yüreklerimizdeki yangınlar bitmiyor bir türlü. Ve biliyoruz ki, anlamsız savaşlar bitmedikçe de sönmeyecek.

* Yazının hazırlanmasında Google ve Wikipedia kaynaklarından yararlanılmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
8 Yorum