Ömer Lütfi KANBUROĞLU
Ne zaman biter derken…
Türkiye’de adı Gezi Parkı ile özdeşleşen hükümet karşıtı protesto eylemleri bir aydır sürüyor. İlk günlerde, hükümet tarafından yıllardır baskı altına alınmış medya kuruluşları başta olmak üzere, hiç kimsenin görmek istemediği, belki de, devekuşu misali başını kuma gömerek geçeceğini düşündüğü bu eylemler artık tüm yurda yayılmış durumda.
Başladıktan sonra medyada uygulanan ilk dört günlük sansürü saymazsak, kamuoyunun olaylardan haberdar olmaya başladığı günlerde insanların aklındaki soru “ne zaman biter” şeklindeydi; çünkü Türkiye Cumhuriyeti tarihinde halkın tek bir ülkü etrafında birleştiği ve hedefe doğru yürüdüğü bir örnek hiç olmamıştı. Doğal olarak insanlar “bu da birkaç saat sonra biter” diye düşünüyorlardı. İlk günlerdeki “birkaç saat sonra biter” zamanla yerini “birkaç günde biter” yargısına terk etti.
Ve artık insanların “ne zaman biter” sorusu “hükümet ne zaman gider” şekline dönüştü…
Ne zaman gider?
Bu hükümet, iktidarda olduğu on yıl boyunca büyük emekler vererek oluşturduğu antidemokratik korku imparatorluğu sayesinde bugünlere kadar yaşamını sürdürdü; fakat yaptıkları göz önüne alındığında günü geldiğinde halkın kendisine teşekkür etmeyeceği çok açıktı…
Peki, günü geldi mi?
Elbette hayır…
Şu ana kadar gördüklerimiz eğer iktidar antidemokratik uygulamalarını sürdürmeye devam ederse göreceklerimizin yüzde biri bile değil.
Türkiye iç savaşa sürüklenir mi?
Bu sorununun cevabını vermeden önce bir karşılaştırma yapalım:
Mesela İsviçre’de insanlara el altından silah dağıtıp, halkı organize edip iç savaş çıkarabilir misiniz? Elbette hayır; hayali bile mümkün değil. İsviçreli deli mi, ne diye iç savaş yapsın? Böyle bir şeyi sohbet ortamında bile konuşamazsınız onlarla, size deli gözü ile bakarlar.
Halkı silahlandırmak, birbirine düşürmek ve iç savaş çıkarabilmek için gereken ilk şey “ortam”dır. Eğer ortam müsait değilse hiçbir şey yapamazsınız. Peki, Türkiye’de bir iç savaş çıkarabilmek için şu anda ortam müsait mi? Müsait değil, müsaitten de öte… Sanki yere barut dökülmüş gibi sadece birinin tutuşturması gerekiyor.
Bütün bunların tek bir sorumlusu var; o da yıllardır uyguladığı baskı ve sindirme politikaları sayesinde bugünlere gelmemize sebep olan AKP hükümetidir.
Komşularımızla sıfır sorun diye bir dış politika modeli icat edip Türkiye’nin dünya üzerinde kavga etmediği ülke bırakmayan AKP, bırakın sorun yaratmayı, komşularımızla Türkiye’yi fiilen savaş haline sokmuştur.
Ne olup bittiğini kimse görmesin ve duymasın diye medya kuruluşlarının çok büyük bir kısmını ele geçirmiş, kalanı üzerinde de patronları vasıtası ile baskı kurmuştur. On yılı aşkın süren hükümetleri süresince medyada kendilerine muhalif olan bütün gazetecileri işten attırmış ve hepsinin ekmeği ile oynayıp başka bir iş yaparak para kazanmalarını bile engellemiştir.
Televizyon yayınlarına dakikasına varana kadar müdahale ederek Başbakanın konuşmalarını canlı yayınlamayan kanallara hesap sormuş, yaptırım uygulamıştır.
Türk ordusunda kendilerine göre bir “temizlik harekâtı” başlatmış ve komuta kademesini tasfiye ederek ülkeyi savunmasız bırakma harekâtını başarı ile gerçekleştirmişlerdir. Böylece Türkiye’yi bugüne yani “savunmasız” günlere hazırlamışlardır…
İşine geldiği zaman “biz Türk milliyetçisi değiliz” diyen Başbakan şimdi birden milliyetçi kesilmiş ve bayrak sevdalısı oluvermiştir.
Ne yaparsa yapsın “büyük oyun” oynanıyor; kendisi oyun masasına yeni değil, tam on sene önce oturdu. O zaman masaya otururken oyunun kurallarını kabul etti ve şimdi bedelini ödemeye başladı…
Daha yeni başladı !
Önemli olan, şeytanla anlaşma yaparak sahnede başrolü kapanların oyun bittiği zaman perdenin kapandığını anlayabilecek idrak sahibi olabilmeleri.
İpini şeytana bağlarsan, gün gelip yanıp kül olacağını da düşünmeliydin…
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.