Ömer Faruk ERYILMAZ

Ömer Faruk ERYILMAZ

Ankara gemisi...

Lisenin hangi sınıfları arasındaki yaz tatiliydi tam anımsayamıyorum ama okulların yaz tatiline girdiği ilk haftalardan birisiydi.

Uzun zamandan beri ön çalışmalarını yaptığım ve annemden binbir zorlukla aldığım izin sonrasında evden kaçar gibi çıkıp soluğu önce Ankara’da, aynı günün gecesi de beni Sinop’a götürecek otobüste almıştım.

O zamanlar çok daha sevimliydi Sinop. Betonlaşmamış sahil şeridindeki (Akkum, Karakum, Mobil gibi adları olan) kumsallardan denize girilebiliyordu.

Misafirleri olduğum halamın evinden çıkar çıkmaz önümüzde uzanan kumsaldan giriyorduk denize.

Burası Sinop Yelken Kulübü'nün hemen yanı olduğundan, yelken sporu yapan yaşıtım arkadaşlarım da olmuştu. İmrenerek onları izler, “yelken” ve “yelkencilik” hakkında bilgiler alıyordum.

Bir de Amerikalılar'ın “Üs”sü vardı Sinop’ta. Yöreye de adını veren “Radar”la Sovyetler Birliği'ni gözetlerlerdi(!).

Sık sık limana gider bir yandan balık tutanları izler, bir yandan da iskeleden denize atlayıp, balık gibi yüzen çocuklara imrenerek bakardım.

Yine limanın hemen yakınında bulunan TÖB-DER‘in bahçesinde oturur, yanımdaki dergi ya da kitap gibi şeyleri okurdum. Böylesi bir gün, yanımdaki masada oturan ve yarım yamalak Türkçe ile konuşan Amerikalılar'la tanışmış, kendimin Sinop’ta misafir olduğumu söyleyip, onların Radar’da görevli olduklarını öğrenmiştim.

Ama Sinop’ta tanıştığım en önemli insan, tüm şiirlerini değilse bile “Fahriye Abla” şiirini ezbere bildiğim şair Ahmet Muhip Dıranas’tı.

Onunla da yine TÖB-DER'de ve elimdeki Milliyet Sanat Dergisi sayesinde tanışmıştım. Bu tanışıklığın peşinden gelen günlerde limanda balık avlarken yanına gider, elindeki uzun kamışa bağlı çaparisini uzaklara atıp-çekerek, yakaladığı Zarganaların suyun üstünde oluşturdukları yakamozları hayranlıkla seyrederdim.

Bir gün tüm cesaretimi toplayıp, “Fahriye Abla, şiirinizi Sinop’ta mı yazmıştınız, Fahriye Abla burada mı yaşıyordu?” diye sormuş, yüzündeki tebessümden başka bir yanıt alamamıştım...

*  *  *
Güzeldi, çok güzeldi Sinop günleri ama her güzel şey gibi onun da sonu gelmişti. Sinop’tan ayrılacak, önce Ankara’ya, oradan da yaşadığım ilçeme yani Kurşunlu'ya dönecektim...

Sinop limanına haftada iki kez uğrayan bir yolcu gemisi vardı. “Ankara” adındaki İstanbul – Trabzon (Belki daha doğuda bir yer) arasında yolcu ve araç taşıyan bu gemi, o zamanlar tüm Karadeniz bölgesinin en önemli ulaşım aracıydı.

Benim gibi Anadolu’nun küçük bir kasabasında yaşayan ve o zamana kadar sadece Harem’den Eminönü’ne gidip gelen arabalı vapurdan başkasına binmemiş birisi için bu gemi çok ilginçti ve ben bu geminin limana geldiği günler muhakkak orada olur, böyle bir gemiyle yolculuk yapmanın hayalini kurardım...

Bir gün yelkenci arkadaşlara bu geminin hangi limanlara uğradığını sormuştum. Uğradığı limanlar arasında Zonguldak limanının da olduğunu öğrenince, kafamda başka düşünceler oluşmaya başlamıştı...

Eve geldiğimde halama “Ben buradan gemiyle Zonguldak’a gitsem, oradan karayoluyla Bartın’a geçip, birkaç gün de diğer halamın yanında kalsam” deyince; “Niye olmasın ki?” dedi.

Limanın girişindeki bilet gişesine yanaşıp, Sinop – Zonguldak arasındaki yolculuk ücretini sordum. Görevli “Kamara mı, güverte mi?” deyip, ikisinin arasındaki farkı söyleyince, “güverte" deyip uzattım parayı. 

Hem güverte, hem de öğrenci indirimi olunca kolaylıkla altından kalkmıştım bilet ücretinin.

Biletimi cebime koyunca, heyecanla geminin geleceği günü beklemeye koyulmuş, son günlerimin tadını çıkartmaya devam etmiştim.

* * *
Gemi daha limana yaklaşmadan ben iskeledeki yerimi çoktan almıştım. Gemiden inen insanları, eşyaları, araçları seyrederek, geminin güvertesinden Sinop’un güzelliğine kendilerini kaptırmış transit yolculara bakarken, birazdan kendimin de onların aralarında olacağını düşünüyordum.

Yolcular, eşyalar ve araçlar inince, limanın ağzında bekleşen biz yeni yolcularla, eşyalar, araçlar binmeye başladık Ankara gemisine...

Kendime ait küçük çantamın yanında, halamın, Bartın’daki halam için hazırladığı küçük bir de torbadan oluşan yükümle tırmandığım merdivenlerle çıktığım üst güverteden limana bakanların arasına girdim ben de.

Aşağıdan beni arayan gözlerle bakan halam ve çocuklarına salladığım ellerimle kendimi gösterip, geminin hareketini beklemeye başladım.

Homurtularla ve çıkarttığı bembeyaz köpüklerle harekete geçen gemimiz çaldığı sirenlerle limandan ayrılırken, geride kalanlar da giderek küçüldükçe küçülüyorlardı.

Sinop Burnu'nu dolandığımızda, tepedeki Amerikan radarlarından başka izlenecek bir şey kalmamış, güvertedeki yolcular da birer ikişer eksilmeye, geminin içine girmeye başlamışlardı.

Güvertedeki bankların birisine oturup, artık iyice uzaklaşmaya başladığımız karalara bakıyor, Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a giderken geçtiği bu yolları beynime kazımaya çalışıyordum.

O Samsun’a çıkıp Kurtuluş Savaşı'nı başlatmamış ve ulusumuzun bağımsızlığını kazandırmamış olsaydı, bu gemide benim yerime kimler yolculuk yapıyor olurlardı diye düşünüyordum...

Kara uzaklaşıyor, martılar eksiliyor, güneş koşar adım gözden kayboluyorken, hava serinliyor, güvertede benim gibi oturan birkaç turistin dışındaki insanlar da kendilerini geminin içine atıyorlardı.

Gemiden hızlı koşan güneş gözden kaybolurken, yerini önce beyaz bulutlara, arkasından da lacivert bir gökyüzüne bıraktı.

Gemimizin üzerinde süzülerek yol aldığı “Mavi Sular” da, tepemizdeki lacivert gökyüzü gibi yerini karanlığa bırakıyordu.

Artık altımızdaki deniz de, tepemizdeki gökyüzü de kapkaraydı.

Önceleri serinleyen hava yavaş yavaş yerini soğuğa bırakıyordu. Üzerimdeki ince yaz giysileriyle üşümeye başlayınca çantamı karıştırmaya başladım. Annemin zorlamalarıyla aldığım kazağı bulduğumda çok sevinmiştim.

Ben ince kazağı üzerime giyerken, yabancı turistler, sırt çantalarından çıkarttıkları uyku tulumlarını güvertenin kuytu köşelerine seriyorlar, bunu yaparken de neşeli kahkahalarıyla sohbet edip duruyorlardı.

Ağustos ayının gündüz sıcağını az çok biliyordum da, gece soğuğunu hele hele Karadeniz'in nemli gece ayazını ilk kez yaşıyordum...

Geminin lobisine girmeye cesaret ederek, büfe görevlisinden bir bardak çay aldım. Elimdeki çayı oturduğum bankın üzerine koyup, halamın hazırladığı yolluğu çıkarttım çantamdan. Ekmek arasındaki kuru köfte ve patates kızartmasını çayla beraber yiyince karnımı da doyurmuştum.

*  *  *
Gemi Sinop’tan ayrılalı epey zaman olmuş, hava iyice kararıp, buz gibi soğumuştu. Üzerimdeki kazak da korumuyordu beni yaşadığım soğuktan...

Üşüyordum, çok üşüyordum...

Bu kez halamın, diğer halama gönderdiği çantayı açtım. Kadife kumaşlar olmalıydı torbada. Onları çıkartıp sarındım üzerime...

Zonguldak’a ne zaman varacaktık, kaç saatlik yolumuz kalmıştı bilmiyordum. Sadece üşüyordum.
Uykum gelmişti ama üşümekten uyuyamıyordum...

O güne kadarki yaşamının tamamını Anadolu’nun küçük bir kasabasında geçirmiş, İstanbul’da bindiği arabalı vapurdan başka deniz aracı bilmeyen bir genç olarak, acı da olsa “güverte” ile “kamara”nın farkını yaşayarak öğreniyordum...

Böyle kaç saat ya da ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir ara oturduğum yerde uyuklamışım. Omzuma vuran sarsıntıyla uyandım...

Kafasındaki şapkadan görevli olduğunu sandığım bir adamdı beni uyandıran.

“İçeriye gel delikanlı” dedi. “Gel içeride otur”. Şaşkın bakakaldım adama. Belli ki acımıştı halime...

Çantamı ve torbayı alıp düştüm peşine. İçeriye girdiğimde gördüm, o rahat kanepelerin üzerinde oturan, uzanıp yatan onlarca insanı.

Demek ki, kamara ve güverte dışında bir de bu mekanı vardı geminin ama benim o yaşta bunu bilmem, düşünmem, akıl etmem imkansızdı...

Sıcacık ortamdaki geniş kanepede ne kadar oturdum, ne kadar uzanıp uyudum bilmiyorum. Boğazımdan beni boğarcasına çıkan öksürüğün etkisiyle uyandığımda, hava aydınlanmış, benden başka birkaç kişi daha kalmıştı uyuyan.

Öksürüğümle onları rahatsız etmemek ve tuvalete gitmek için, yine güverteye çıktım. Bildiğim tek tuvalet güvertedeydi!

Aynadaki patlak gözlerime bakıp yüzümü yıkadığım tek kişilik tuvaletten çıktığımda, kapıda sıra bekleyen turistler vardı.

Yeniden salona geçtim. Akşam beni içeriye alan görevli yoktu ortalıkta. Yüzlerini yeni gördüğüm görevlilerin bana kızıp kızmayacaklarını bilmediğimden yine güverteye çıkıp, akşamki bankın kenarına iliştim. Canımın çok istemesine rağmen gidip çay almaya bile cesaret edemiyordum.

Çok zaman geçmeden, güneş yeniden yükselmiş, havayı ısıtmaya başlamıştı ama benim öksürüğüm kesilmediği gibi artarak devam ediyor, bacaklarımdan başlayan ağrılarım, güçsüzlüğüm tüm vücudumu sarmaya başlıyordu.

Neden sonra bir koşuşturma başladı güvertede. Geceyi içerideki lobide geçirenler de, yol boyu kamaralarındaki rahat yataklarında uyuyanlar da güverteye çıkmış, bir yöne doğru bakıyorlardı.

Ben de gittim o yöne.

Gözümün önünde belki de o güne kadar gördüğüm en güzel manzara duruyordu: Zonguldak...

Denizin sıfır noktasından başlayıp metrelerce yüksekliğe ulaşan tepeye serpiştirilmiş evlerin yeşillikler içindeki görüntüsü büyülemişti beni.

Yolculuk bitiyor, manzaranın en güzelini seyrediyordum ama yorgundum ve titremelerim artarak devam ediyordu.

*  *  *
Gemiden nasıl indim, Bartın’a gidecek otobüsü nasıl buldum, Bartın’a nasıl geldim, halamın evine nasıl ulaştım bugün bile bilmiyorum.

Bir ağlama sesiyle uyanıp, başucumda gördüğüm halamın, sel olmuş gözyaşlarıyla bana sarılmasını, “Eğer ölseydin, ben ne yapardım, kime ne derdim?” diyen halini hiç unutmadım...

*  *  *
Altı gündür ateşler içinde yatıyormuşum. Eniştemin getirdiği doktor, “çok üşütmüş, bronşit olmuş.” deyip bir dolu iğne ilaç vermiş ama bir türlü uyanmadığımdan ne yiyip içirebilmiş ne de iğneleri yaptırıp, ilaçlarımı verebilmişler.

Sevgili halam, kendi çocuklarını ihmal etme pahasına sürekli benimle ilgilenip, zor da olsa üç-beş gün içinde beni kendime getirdi.

Kamara ile güvertenin ayrımı bilmeyen, güverte bileti aldım diye lobide oturamayacağını düşünen Anadolu genci, bilgisizliğinin ve cesaretsizliğinin bedelini, üzerinde yaşamı boyunca taşıyacağı “bronşit” (Doktorlar artık 'kua' diyorlar) tanısı ve kalıntısıyla ödemek zorunda kalacaktı...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
10 Yorum