Ömer Faruk ERYILMAZ

Ömer Faruk ERYILMAZ

Öğretmenim Korona!

Çocukluğumuzun aymazlığında bilmezdik yokluğun ne olduğunu. Köyden gelen bir amcanın, ilçenin fırınından aldığı yarım somun ekmeğini, azığında getirdiği ev yapımı ekmeğin arasına “katık” olarak koyup yediği haberine, güler geçerdik.

Emekli öğretmen, (annem dışında) yedi çocuğu yüksek öğrenim görmüş, ekonomik durumu iyinin de üstündeki büyük babamın her yıl tarla ekmesini, buğday yetiştirmesini anlamsız ve gereksiz bulur; “Büyük baba, tarla ekmeye, buğday yetiştirmeye ihtiyacın yok ki, bunca zahmete niye giriyorsun?” derdim de, “Sen kıtlık nedir bilemezsin. Allah insanı bir kürek una muhtaç etmesin, kıtlık zamanı paran da işe yaramaz.” Derdi.

Tabi, kıtlıklar, savaşlar görmüş bir kuşağın insanıydı o.

Geçen zamanların birinde, bir televizyon programındaki bilim adamı, dünyada olabilecek en büyük doğal afetin ne deprem, ne sel, ne salgın hastalık ne de o ya da bu değil, “KITLIK” olduğunu söylediğinde aklıma hemen rahmetli büyükbabamın “Sen kıtlık nedir bilmezsin.” deyişi gelmişti.

Korona denilen salgının tüm dünyayı kasıp kavurmasıyla devletlerin aldıkları önlemlere, “evden çıkmama” kısıtlaması geldiğinde, Amerika’sından Afrika’sına, Asya’sından Avrupa’sına, Mozambik’inden ülkeme kadar her yerde insanların bakkal ve marketlere üşüşmelerini, evlerine gıda stokları yapmaya başlamalarını duyup, görünce, büyükbabamı bir kez daha hayırlarla yad ettim.

Kimse; gömlek, pantolon, etek, ceket almıyor, varsa yoksa makarna peşinde koşuyordu.

Ne arabasına lastik alanı gördüm, ne de cep telefonunu yeni modelle değiştireni. Varsa yoksa, un ve hamur mayası istiyorlardı bakkaldan.

Doların yedi lirayı, gram altının 350 lirayı aştığına şaşırmayanlarımız, domatesin, biberin, kabağın, patatesin pazardaki fiyatlarını görünce, akıl edip ceplerindeki paraya baktılar.

Emeklisi ve devlet memuru olanı bile “Yarın ne olur ki?” diye düşünürken, özel sektör çalışanı “Yarınım yok!” demeye başladı.

Gün boyu çalışıp, akşam iş bitimi yevmiyesini alan kahvedeki, lokantadaki garson, dolmuştaki ondalıkçı şoför, tarladaki ırgat, bir çocuklarının gözlerine, bir de boş ceplerine baktılar.

Onlar da, “Hiçbir şey, eskisi gibi olmayacak” dediler.

* * *

Neredeyse 45 gün oldu bacağımıza pantolon, sırtımıza gömlek-ceket girmeyeli. Kat kat gömleklerimiz, takım takım elbiselerimiz, sayısız kravatlarımız elbise dolaplarında buruşmaya başladı.

Erkeklerimiz, jileti, tarağı, makası unutmuş, saç- sakal bırakma özlemlerini giderirlerken, çocuklarımız annelerinin, dip boyası çıkmış saçlarıyla tanıştılar.

Giyinmiyor, kuşanmıyor ama yiyorduk.

Erkeği, kadını mutfaktan çıkmaz olduk. Hamur yoğurmayı, ekmeğimizi kendimiz yapmayı öğrendik yeniden.

Unutmaya yüz tuttuğumuz “anne” yemeklerini tencereye koymaya, çoluk çocuk bir arada üç öğün yemek yemeye başladık.

Kadınlarımız, şiş-tığ gibi aletleri çıkarttılar sandıkların dip köşelerinden. Yelekler, zıbınlar örmeye başladılar, çocuklarına torunlarına. 

Balkonlarımızdan, pencerelerimizden izledik, ağaçların çiçeklenmesini.

Dalların yapraklanmasını, bahçelerin yeşermesini gün güne takip ettik.

Adına “Ulusal” diyen; Kanal D, ATV, Show TV, Star ve bunlara benzer onlarca kanalın, hiçbir birikimlerinin olmadığını, ellerindeki üç-beş dizinin ha bire verdikleri tekrarlarıyla, Kemal Sunal’ın onlarca kez izlediğimiz filmlerini yeniden yeniden yayımlamalarından bir kez daha anladık.

* * *

Hepimizde toprağa olan sevgi filizlendi. Köyümüzü, kasabamızı özledik. Pencere önlerindeki, balkonlarındaki saksılarla, bahçelerindeki bir karış toprağa göz diktik.

Kocaman şehirlerin, kocaman caddelerinde koşuştururken gürültüden duymadığımız kuş seslerini duyunca, doğayı anımsadık.

Çiçekler, fideler dikmeyi, tohumlar atmayı akıl ettik yıllar sonra.

Binanın otoparkında duran binlerce lira değerindeki arabamıza balkondan bakıp, “Bu kadar pahalısını almasaydım da, biraz toprak alsaydım.” diye düşündük. 

Kısacası “Üretmenin”, üretirken mutlu olmanın, kıymetini anladık. 

* * *

Bilim insanından politikacıya, gazeteciden esnafa, herkes “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye başlıyorlar ya söze, ben bundan; “Artık tüketim toplumu olmaktan kurtulmalıyız. Şehirlerin beton yığınlarından kaçıp, köylerimize, kasabalarımıza dönerek, toprakla barışmalıyız. Sütümüzü kendimiz üretip, peynirimizi yağımızı kendimiz yapmalıyız. Kendi tavuğumuzun yumurtasını yedirmeliyiz çoluğumuza çocuğumuza. Salçayı kendi domatesimizden yapmalıyız.” Dediklerini anlıyor ve sonuna kadar katılıyorum onlara...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
13 Yorum