Av. Rüstem KARADENİZ
Suçun tek suçlusu 'fail' değildir
SUÇ dediğimiz şey, hukuka göre nettir.
Kanunun yasakladığı ve karşılığında ceza öngördüğü bir fiil... ‘Fail’ de bu fiili işleyen kişidir ama mesele sadece tanım yapmaksa, zaten bir problemimiz yok.
Asıl mesele şu soruda başlıyor: Bu noktaya nasıl geliyoruz?
Hepimiz bir ailede büyüdük, bir toplumun içinde şekillendik. İstesek de istemesek de; Gördüklerimiz, duyduklarımız, susulanlar ve geçiştirilenler kimliğimizde iz bıraktı.
Bazı yönlerimiz annemize, babamıza benzer. Bazılarıysa onların nefret ettiği huyların tam tersidir.
Kimi zaman "asla onlar gibi olmayacağım" derken bambaşka yanlışların içine düşeriz. Bizi biz yapan bu kimlik; doğruyu seçmemizi de sağlar, yanlışı da. Yanlışların en ağır olanına ise ‘suç' diyoruz.
Burada mesele kimseyi suçlamak değil.
Ne aileleri, ne toplumu, ne devleti tek başına hedef almak... Ama şu gerçeği de görmezden gelemeyiz: Bu sonuçlara hep birlikte geliyoruz ve bedelini de hep birlikte ödüyoruz.
‘SUÇ’, BİR GÜN ANSIZIN MI ORTAYA ÇIKIYOR?
Adliyede sık karşılaştığımız bir dosya vardır. Karşılaştığımız haberlerde de zaman zaman görürüz. Kısa bir başlık olur genelde:
"19 yaşındaki genç, çok sayıda suç kaydı bulunmasına rağmen evinde saklanırken yakalandı."
Okur geçeriz.
Belki bir an dururuz ama sonrasında bir başka habere geçeriz. Ama o dosyayı açtığınızda, manşette görünmeyen bir hayat çıkar karşınıza.
19 yaşında… Lakin çocukluğu yoktur. Eğitimini 6. sınıfta bırakmıştır.
Babası evde yoktur ya da vardır ama "yok" gibidir! Anne tek başına kalmış, yorulmuş, çoğu zaman yetişememiştir.
İlk suçu 13–14 yaşlarında işlemiştir. O zaman da adı "suçlu" değildir henüz.
Adı "SSÇ"dir kısaca. Yani ‘Suça Sürüklenen Çocuk’.
Mahkemede ‘savunma’ cümlelerinin çoğu birbirine benzer:
"Bir daha olmayacak", "Arkadaşları kötü", "Bir kereye mahsus".
Sonra bir dosya daha... Bir dosya daha... Ve bir gün artık SSÇ değildir.
O artık "fail"dir.
O an hepimiz şaşırırız: “Bu çocuk nasıl bu hâle geldi?” deriz. Ama şunu sormayız:
"Bu çocuk bizim sokağımızdan geçmedi mi?"
"Bizim okulumuza gitmedi mi?"
"Bizim mahallede büyümedi mi?"
Haberlerde gördüğümüz o çocuk; Bazılarımızın yeğeni, bazılarımızın komşu çocuğu, bazılarımızın arkadaşının oğludur.
Ve bir gün adını haberde görünce, içimiz sıkılır. "Yazık olmuş" deriz lakin iş işten geçmiştir.
Oysa ‘suç’, O gün başlamamıştır. Suç; Yıllar önce başlamıştır.
Biz fark etmeden.
Belki bakıp da görmeden.
Bir noktadan sonra suç, onun için istisna olmaktan çıkar. Normalleşir.
Yanlış, sıradanlaşır. Gelecek diye bir kavram hiç oluşmaz.
Yıllar geçer. Bir gün fark ettiğinde ise yaş ilerlemiştir. Alışkanlıklar kemikleşmiştir. Ve artık geri dönmek kolay değildir.
Biz ise o aşamada yalnızca şunu söyleriz: "Suç işledi."
Ancak gerçekte suç, çok daha önce başlamıştır.
Bu düşüncelerin benim kafamda oluşması 2014 yılında yaşamış olduğum bir karşılaşma ile başladı. Ankara’da bir sınava hazırlık kursuna katılırken dikkatimi çeken bir durum vardı. Kursa düzenli gelen ama derse hiç oturmayan bir kişi... Sadece notları alıyor, kimseyle fazla konuşmadan çıkıp gidiyordu.
Bir süre sonra merak ettik ve "Neden derse girmiyor?" diye sorduk.
Sonra öğrendik ki O notlar kendisi için değilmiş!
Cezaevinde olan bir arkadaşı varmış.
Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, sınava hazırlanıyormuş ama cezaevinde olduğu için kurslara katılamıyormuş!
O da onun yerine notları alıp gönderiyormuş.
Bir gün bu notları alan arkadaş bizimle tanışmak istedi ve tanıştık... Kısa bir süre sonra aramızda bir samimiyet oluştu.
Sınav yaklaştığında, cezaevindeki arkadaşının izinli çıkacağını ve bazı konularda bizlere soru sormak istediğini söyledi.
Açık konuşmak gerekirse ilk başta biraz çekindik. Zihnimizdeki "cezaevi" algısı, ister istemez insanı temkinli yapıyor. Öylesi bir temkinle tanıştığımızda gördüğümüz manzara kafamızda oluşturduklarımıza hiç mi hiç benzemiyordu!
Sıcak, iletişimi güçlü, kendini ifade edebilen bir insandı.
Sınavla ilgili sorular sordu, bizler de elden geldiğince yardımcı olduk.
Bir noktadan sonra merakımız ağır bastı.
Kırmadan, incitmeden sormaya çalıştık: "Cezaevindesin ama Hukuk Fakültesi’ni bitirmişsin... Neden?"
O an anlattıkları, aslında bu yazının tamamını özetliyordu.
Cezaevine ilk girdiğinde daha ortaokulu bile bitirmemiş.
İçeride önce ortaokulu, sonra liseyi tamamlamış.
Ardından üniversite sınavını kazanmış.
Hukuk Fakültesi’ni cezaevinde bitirmiş.
Şimdi de meslek sınavlarına hazırlanıyor. Ama biliyor ki; Cezaevinden çıksa bile uzun bir süre denetimli serbestlikte olacak. Kamu hizmetlerinden yasaklı. Kolay kolay da ‘avukat’ olamayacak.
Belki 40’lı yaşlarında, belki daha sonra...
Yine de vazgeçmemiş. Kendine bir amaç koymuş: "Benim gibi olmasınlar" diyordu.
"Bir gün avukat olursam, çocukların ifadelerine girip onları kurtarmak istiyorum. Ama asıl amacım, onların bir daha suç işlememesini sağlamak."
Sonra kendi hikâyesini anlattı.
Babası hırsızmış. Daha çocukken, babasıyla birlikte hırsızlığa başlamış. O yaşta bunun yanlış olduğunu bile fark etmemiş. Çünkü ona öğretilen hayat buydu.
18 yaşına gelmeden cezaevine defalarca girip çıkmış. Dosyalar birikmiş. Babası vefat etmiş.
Küçük bir kardeşi varmış; ona bakabilmek için kardeşini yurda vermek zorunda kalmış.
Birini sevmiş... Düzelmek istemiş ama geçmiş, peşini bırakmamış.
Dosyalar gelmiş, cezalar birleşmiş. Bir girdiği cezaevi, çıkışı olmayan bir kapıya dönüşmüş.
Bir süre sonra fark etmiş: Kendisini suça iten önce ailesiymiş. Sonra çevresi. Sonra içinde büyüdüğü toplum.
Ve cezaevinde de aynı çevreyle devam ederse bu işin içinden çıkamayacağını anlayınca, nakil istemiş. Başka bir cezaevine gitmiş. Orada, kimsenin onu tanımadığı bir yerde, hayatına yeniden tutunmaya çalışmış.
Son cümlesi ise insanın içine oturuyor:
"Farklı bir ailede, farklı bir şehirde, farklı bir toplumda büyüseydim bugün belki çoktan avukattım. Ama kader bana bu yolu çizdi. Kimse elimden tutmadı. Bazılarının hayatında bir öğretmen çıkar, bir baba çıkar... Benim karşıma kimse çıkmadı."
İşte suç dediğimiz şey, tam da burada başlıyor. Suçun öncesini konuşmadan sonrasını çözemeyiz
Bir çocuk doğduğu andan itibaren; Ailenin, toplumun ve devletin dikkatle yapması gereken sorumluluklar vardır.
Bu sorumluluklar eksik kaldığında, suç bir ‘ihtimal’ olmaktan çıkar, bir ‘sonuç’ hâline gelir.
Aslında suç; Mahkeme salonunda, karar duruşmasındaki ‘hüküm’ cümlesinde doğmaz.
Suç; Çocuk yanlış yetiştirilmeye başladığında, baskı gördüğünde, yalnız bırakıldığında, değer görmediğinde filizlenir.
Bizim ‘suç’ dediğimiz şey ise çoğu zaman bu sürecin son noktasıdır. Bu yüzden mesele sadece ceza vermek değildir. Mesele, o noktaya hiç gelmemektir.
Ve bunu tek başımıza değil, hep birlikte başarmak zorundayız. Çünkü bedelini de, sonucu da hep birlikte ödüyoruz.
Tek suçlu, suçu işleyen değildir; Cezayı da tek başına fail ödemez. O bedeli, sessiz kalan toplumun tamamı öder...




